1 Nisan 2006 Cumartesi

ZÜHTÜ MÜRİDOĞLU

Özdemir İnce, uzun ince yolun bu dönemecinde, çoktan hak ettiği ödüle kavuşmuş: “Max Jacob Şiir Ödülü.”
Gelin şimdi biz de kısa bir şiirini anımsayalım.

ÖZET

Seviyordum seni ne zaman deniz açılsa
Açınca gök nice denizle nice yazla
Seviyordum uyanır soğuk su içer gibi
Sen ki engin yüzü sayısız öpüşümü kapsayan
Sen ki gece gündüz hep bir şeylere kararlı
Sen ki bir bakışta tüm doğayı yadsıyan
Seviyordum açık pencereden bakar gibi
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Katı ve yiğit toprağa basar gibi
Şubat ortasında Fırat’ı geçer gibi
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Yaz gecesinden sağılmış beyaz bir ses
En ilkel sözcükler yazgısı olan şeyler
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Tozun toprağın taşın uyanan özündeki.

Başka bir ozan dostum, Attila Aşut da “Acının Külrengi” adlı kitabını yolladı; ondan da bir şiiri paylaşalım:

YARALI ŞİİR

Şiirim yaralıdır
Çünkü yaralıdır yurdum

Kınalı kuzularım
- Kızlarım
Oğullarım-
Yaralıdır.

Denizlerim kurudu
Gemilerim battı
Tayfalarım yaralıdır.

Uzun yol yorgunuyum
Söz verdim/
Dönüp bakmam geriye
Çocukluğum yaralıdır.
Genç ölülerin yaşamından çaldık
Düşenlerin ömrü eklendi ömrümüze
Ölenler niye öldü?
Biz niye hayattayız?
Sorularım yaralıdır.

Köprüleri attım
Gemileri yaktım
Atları vurdum
Gençliğim, umudum yaralıdır.

Karanlık bir kuyudayım
Kovam boş/
Su çekmiyor çıkrığım
Yaralı bir ömrün ortasında
Kanıyor şiirim ve yurdum.

Bu hafta Nilgün’le gönlümüze göre bir film bulduk deyip koştuk İyi Geceler, İyi Şanslar’a.
Siyah-beyaz çekilmiş, yer yer güzel caz şarkılarıyla bezenmiş, eli ayağı düzgün bir film; konusuysa, hani şu ünlü Cadı Kazanı yıllarında CBS televizyonunda “Yüz Yüze” adlı izlenceyi düzenleyenle bütün Amerika’yı kazana çeviren M.C. (adın yazmıyorum, anılmayı hak etmiyor çünkü) arasındaki kapışma.
Benimle yaşıt olanlar anımsıyordur, o günlerde bu vebalı adamın öncülüğünde bir av başlamıştı ABD’de: herhangi bir sol örgüte üye oldun mu, solcu bir dergi ya da gazeteyi okudun mu, solcu sendikaya katıldın mı, ya da bütün bunları yapan herhangi biriyle arkadaşlık ettin mi? Daha aklınıza gelebilecek ne kadar sayıklama varsa, hepsi insanların yaşamının karartılmasına gerekçe yapıldı. Ve o kazanda Amerika en yetenekli, insanlığın yüzünü ağartan çocuklarını kaynattı; kimisi ülkeden kaçmak zorunda kaldı, kalanlar süründü.
“Yüz Yüze”yi hazırlayan yürekli, dürüst gazeteci vebalı senatöre karşı çıkarken, kendi işvereniyle çekişmek zorunda kalıyor; izlencenin yazarı olan arkadaşı ortaklaşmacı olduğu için dayanamayıp canına kıyıyor. İşverenle izlencenin yapımcıları sık sık televizyonu destekleyen, o izlenceye parasal yardımda bulunan insanları ele alıp tartışıyorlar: izlencenin izlenme oranı yükseliyor, ama para verenlerin hoşnutsuzluğu da aynı hızla artıyor. Film, izlence gün ve saatinin değiştirilmesi, süresinin kısaltılmasıyla bitiyor: gazeteci, yemekli bir toplantıda bu gidişi, Amerika’nın habere, bilgiye bakışını eleştiriyor. Ama işine dönecek mi, bundan sonra böyle bir izlencenin yapılmasına işveren izin verecek mi belli değil.
Bugün Amerikan ve dünya sineması ancak bu kadarını anlatabiliyor; olaylar 52-58 arasında yaşanmış; ondan sonra dünyada neler olmuş? Amerika bu Cadı Kazanı’nı solda sıfıra dönüştürecek daha ne korkunç işler yapmış; Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Orta Asya’ya, Irak’a, Afganistan’a, Türkiye’ye el atıp karıştırmadığı, cehenneme çevirmediği ülke bırakmamış, yönetmen ancak o günlere şöyle bir değinebilmiş. Diri diri köpek balıklarına atılanlardan, işkencelerle öldürülenlerden hiç söz yok; borsa ve iç-dış yardım oyunlarıyla göz göre göre soyulup yoksul bırakılan milyonların beş anakarada açlıktan geberip gidişi Amerikalı Avrupalı sinemacıları hiç ilgilendirmiyor.
Soyut anlatım özgürlüğü konusunda dişlerine göre buldukları senatöre kahramanca saldırırlarken, kendi kanallarında evli bir çift işe giderken yüzüklerini çıkarmak zorunda; ne kadar gizlenseler, sonunda evli oldukları anlaşılıyor, ve günün birinde, ikisinden birinin gönüllü olarak işten ayrılması isteniyor. Dikkat edin, yasadışı seviştikleri (üstelik doğa yasasının dışında bir yasa olamaz sevme sevişme konusunda) için değil, evli oldukları için yargılanıp cezalandırıyor çift.
Demek ki ortaklaşmacı avına çıkan senatör gökten zembille inmemiş, tarla çoktan hazır: anamalcı düzensizliğin suyunu bulandırıyor olmak için her şey her an gerekçeye dönüşebilir; nitekim öyle olmuş, oluyor.
Bırakın bütün öbür toplumsal kuramcıları, dirimbilimci Henri Laborit’nin sesine kulak verip dediğini yapma zamanı çoktan gelmiş geçiyor, kısa bir süre sonra hiç geri dönebilme umudu kalmayacak: uygarlığı yeniden tanımlamak; doğada, evrende bulunmayan şu küçücük bir azınlık uğruna dünyayı canlı cansız bütün varlıklarıyla, bütün kaynaklarıyla sömürmekten, kötüye kullanmaktan, kirletip yaşanmaz hâle getirmekten kesinlikle vaz geçmek gerekiyor. Ve bunun aktöreyle, öbür dünyayla hiç ilintisi yok: hemen şimdi, bugünkü yaşamımız buna bağlı. Aklınız yatarsa.
Sevgili dostum Mehtab Kardaş son çalışmalarını Oda’da sergiledi; sanatseverler biliyordur, minyatürden yola çıkarak anlatıyor Mehtab duygularını, düşüncelerini, düşlerini. Bu kez mavi egemendi resimlerine, mavinin çeşitlemeleriyle bezemişti resimlerini. İç dengemizin yakalanıp sürdürülmesinin alabildiğine güçleştiği günlerde birer dinginlik limanıydı yapıtları. Doğa yolunu açık tutsun.
Fransız kanalı Mezzo bu Pazar yine güzel bir armağan verdi biz bale-dans sevenlere: Çinli tasarımcı Lin Hwai-min’in Cursive II ve Moon Water adlı danslarını, “Bulut Kapısı Dans Tiyatrosu” yorumladı.
Lausanne’da her yıl yapılan dans yarışmasında da göze çarpıyordu Doğu ülkelerinin dansa, baleye verdikleri ağırlık, aldıkları yol. Belli ki yaşama tüketme biçiminin sanata yansıması sonucu, Maurice Béjart’la Roland Petit’nin dışındaki Avrupalı tasarımcılar dansçıları oradan oraya koştururken, Lin Hwai-min, üstelik yine onların kapı dışarı ettikleri Bach’ın o güzelim çello süitlerinden biriyle tadına doyulmaz danslar yaratmıştı. Çinli kızlarla oğlanları akrobatlık yaparken izlemişseniz, bedenlerini nasıl bir uyumla, denetimle kullandıklarını biliyorsunuzdur; bu ustalık, şiirsel bir tasarımla birleşince havalara uçurucu olmuş; Béjart’ın dansçıları gibi oğlanların üstü çıplak, kızlara ten rengi bir şey giydirilmiş; oğlanların bacaklarında kara, kızlarınkindeyse beyaz bol pantolonlar. Böylece hepsinin bedenlerindeki en küçük bir kıpırtı, ürperti bile görünüyor.Kısacası, gerçek bir görsel şölen.
Fransızların öbür kanalları, TV5, 5. Kanal ve Arte sanata ayırdıkları payı iyice düşürüp sonunda sildiler; neyse ki elimizde Mezzo kaldı. Bakalım ne zamana dek?
Çılgınca talan döneminde sanata yer mi kalır?
Özer Candaş, Anı yayınları’nda bastığı birkaç kitabı yolladı; Cavit Binbaşıoğlu’nun “Türk Eğitim Düşüncesi Tarihi”; Dr İkram Çınar’ın “Mankurtlaşma Süreci”; Uluğ Nutku’nun “Ur-Uruk-Urşu: Şiir Damlası Tarih” şiir seçkisi ve İngilizce-Türkçe yayınlanmış “Eğitim Araştırmaları” dergisi.
Güzide Dadaloğlu da, başına kısa bir önsöz yazdığı, H. Ali Aydın’ın “Aşiretim Sinamilli, Köyüm Bozhüyük”ü getirdi. 1600’lerde İran’ın Horasan kentinden yola çıkıp Anadolu’ya gelen bu güzelim insanlar her yöne ve yere dağılmışlar; kitap onların Anadolu’ya yerleşme öykülerini, yaşayış biçimlerini anlatıyor. H. Ali Aydın da halkımın çoğunluğu gibi ilkokuldan ötesini okuyamamış; yurt içinde dışında işçilik yapmış, şimdi emekli. “Bu Diyarda Biz de Varız” başlığını taşıyan ikinci bölüme şiirler alınmış.
Evlerinin önü silme çevirme koyun
Horasan’dan mı gelir güzelim soyun
Belin ince, yanağın al, uzunca boyun
Doğru söyle Bozhüyük köyünden misin?
Söyle güzel, Sinamilli Aşiretinden misin?
*
Sevdalıydım bir zaman severdim çalışmayı
Yaşlandım yoruldum artık, gücüm kalmadı
İşsizliğe güçsüzlüğe tembelliğe alıştım

Kelaynağa döndüm şimdi, saçım kalmadı.
Berfin Yayınları, İzzet Harun Akçay’ın ilk romanını basmış: General Söz Verdi/Bahar Ülkesi 1. İstanbul yakınlarındaki bir ilçede yaşayan üç kişilik aile aracılığıyla ülkemizin son dönemini anlatmış Akçay; akıcı, temiz bir dille.
Yapı Kredi yine dört dörtlük bir sergi hazırladı sanatseverlere: Zühtü Müridoğlu: Resim, Heykel, Bütün Bir Yaşam.
Ayrıca, serginin güzel bir kataloğunu da bastı; Korkut Erdur hazırlamış yayına; Dara Çolakoğlu metinleri İngilizce’ye çevirmiş; fotoğrafların belgelikten olanlarınına Hakan Eğilmez’inkiler eklenmiş; ayrıca Aydın Cumalı’nın çektikleri de var; sergi ve kataloğun tasırımını Sadık Karamustafa ile Ayşe Karamustafa üstlenmişler; grafik uygulama Hasan Fırat’ın, düzeltileri de Mahmure İleri yapmış.
Kitabın başında Cemal Süreya’nın çok şiirsel bir yazısı var; ardından Semra Germaner öğretmen Müridoğlu’nu anlatıyor; Kaya Özsezgin de ustadaki “ Bedenin Uyumsal Bütünlüğü”nü işlemiş.
Müridoğlu elbet yetenekli bir insan, ama aynı zamanda da talihli, çünkü Cumhuriyet’le birlikte doğup oluşmuş, 1924’te girmiş Güzel Sanatlar Akademisi’nin o günkü hâli olan Sanayi-i Nefise’ye; sonra elbet Paris’e yollanmış. Döndüğünde, Paris’te beynine kazınan etkilerle genç Cumhuriyet’in, her yeri ışıtan Atatürk devrimlerinin kollarında yaşayıp üretmiş. Oluşturduğu ilk insan başlarında, gövdelerinde o mutlu, umutlu yılların sağlamlığı, pırıltısı var. Sonra çeşitli gereçlerle biçimsel çeşitlemeler; derken incecik dansçılar. Yapıtlarına baktığımda, tutkuyla, sevişir gibi yarattığını algılıyorum. Ne güzel söylemiş Cemal:
“Sarılmış kadınla erkeğin arasında bırakılmış hem evcil, hem erotik, hem uzaysal, hem düşünsel aralığı…”
Umarım, arınmak üzere, birkaç kez gitmişsinizdir bu sıradışı sergiye.
Hazırlayanlara yürekten alkış!
Gelin yine Birhan Keskin’in bir şiiriyle bitirelim sözümüzü.
DÜET/A

Kendi duvarımın arkasındaydı,
gördüm, sakindi ova.

Köyler şehirler nehirler içinden geçtim
yaban toprağa değdim
başka sular içtim.

Yolları yarları yılları geçtim
bir anafordu içtim, eksiğimle
ters döndüm taştım düştüm.
Yollar tamamlar mı beni?

Uzakta solgun yüzlüm, hasreti sakinim
dağ gibi sever beni, dağ gibi suskunum
bu yüzden ben en çok dağlara baktım,

tamamlanmadım
tamamlanmadım.

Rh+s.28, Nisan 2006