1 Nisan 2006 Cumartesi

ZÜHTÜ MÜRİDOĞLU

Özdemir İnce, uzun ince yolun bu dönemecinde, çoktan hak ettiği ödüle kavuşmuş: “Max Jacob Şiir Ödülü.”
Gelin şimdi biz de kısa bir şiirini anımsayalım.

ÖZET

Seviyordum seni ne zaman deniz açılsa
Açınca gök nice denizle nice yazla
Seviyordum uyanır soğuk su içer gibi
Sen ki engin yüzü sayısız öpüşümü kapsayan
Sen ki gece gündüz hep bir şeylere kararlı
Sen ki bir bakışta tüm doğayı yadsıyan
Seviyordum açık pencereden bakar gibi
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Katı ve yiğit toprağa basar gibi
Şubat ortasında Fırat’ı geçer gibi
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Yaz gecesinden sağılmış beyaz bir ses
En ilkel sözcükler yazgısı olan şeyler
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Tozun toprağın taşın uyanan özündeki.

Başka bir ozan dostum, Attila Aşut da “Acının Külrengi” adlı kitabını yolladı; ondan da bir şiiri paylaşalım:

YARALI ŞİİR

Şiirim yaralıdır
Çünkü yaralıdır yurdum

Kınalı kuzularım
- Kızlarım
Oğullarım-
Yaralıdır.

Denizlerim kurudu
Gemilerim battı
Tayfalarım yaralıdır.

Uzun yol yorgunuyum
Söz verdim/
Dönüp bakmam geriye
Çocukluğum yaralıdır.
Genç ölülerin yaşamından çaldık
Düşenlerin ömrü eklendi ömrümüze
Ölenler niye öldü?
Biz niye hayattayız?
Sorularım yaralıdır.

Köprüleri attım
Gemileri yaktım
Atları vurdum
Gençliğim, umudum yaralıdır.

Karanlık bir kuyudayım
Kovam boş/
Su çekmiyor çıkrığım
Yaralı bir ömrün ortasında
Kanıyor şiirim ve yurdum.

Bu hafta Nilgün’le gönlümüze göre bir film bulduk deyip koştuk İyi Geceler, İyi Şanslar’a.
Siyah-beyaz çekilmiş, yer yer güzel caz şarkılarıyla bezenmiş, eli ayağı düzgün bir film; konusuysa, hani şu ünlü Cadı Kazanı yıllarında CBS televizyonunda “Yüz Yüze” adlı izlenceyi düzenleyenle bütün Amerika’yı kazana çeviren M.C. (adın yazmıyorum, anılmayı hak etmiyor çünkü) arasındaki kapışma.
Benimle yaşıt olanlar anımsıyordur, o günlerde bu vebalı adamın öncülüğünde bir av başlamıştı ABD’de: herhangi bir sol örgüte üye oldun mu, solcu bir dergi ya da gazeteyi okudun mu, solcu sendikaya katıldın mı, ya da bütün bunları yapan herhangi biriyle arkadaşlık ettin mi? Daha aklınıza gelebilecek ne kadar sayıklama varsa, hepsi insanların yaşamının karartılmasına gerekçe yapıldı. Ve o kazanda Amerika en yetenekli, insanlığın yüzünü ağartan çocuklarını kaynattı; kimisi ülkeden kaçmak zorunda kaldı, kalanlar süründü.
“Yüz Yüze”yi hazırlayan yürekli, dürüst gazeteci vebalı senatöre karşı çıkarken, kendi işvereniyle çekişmek zorunda kalıyor; izlencenin yazarı olan arkadaşı ortaklaşmacı olduğu için dayanamayıp canına kıyıyor. İşverenle izlencenin yapımcıları sık sık televizyonu destekleyen, o izlenceye parasal yardımda bulunan insanları ele alıp tartışıyorlar: izlencenin izlenme oranı yükseliyor, ama para verenlerin hoşnutsuzluğu da aynı hızla artıyor. Film, izlence gün ve saatinin değiştirilmesi, süresinin kısaltılmasıyla bitiyor: gazeteci, yemekli bir toplantıda bu gidişi, Amerika’nın habere, bilgiye bakışını eleştiriyor. Ama işine dönecek mi, bundan sonra böyle bir izlencenin yapılmasına işveren izin verecek mi belli değil.
Bugün Amerikan ve dünya sineması ancak bu kadarını anlatabiliyor; olaylar 52-58 arasında yaşanmış; ondan sonra dünyada neler olmuş? Amerika bu Cadı Kazanı’nı solda sıfıra dönüştürecek daha ne korkunç işler yapmış; Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Orta Asya’ya, Irak’a, Afganistan’a, Türkiye’ye el atıp karıştırmadığı, cehenneme çevirmediği ülke bırakmamış, yönetmen ancak o günlere şöyle bir değinebilmiş. Diri diri köpek balıklarına atılanlardan, işkencelerle öldürülenlerden hiç söz yok; borsa ve iç-dış yardım oyunlarıyla göz göre göre soyulup yoksul bırakılan milyonların beş anakarada açlıktan geberip gidişi Amerikalı Avrupalı sinemacıları hiç ilgilendirmiyor.
Soyut anlatım özgürlüğü konusunda dişlerine göre buldukları senatöre kahramanca saldırırlarken, kendi kanallarında evli bir çift işe giderken yüzüklerini çıkarmak zorunda; ne kadar gizlenseler, sonunda evli oldukları anlaşılıyor, ve günün birinde, ikisinden birinin gönüllü olarak işten ayrılması isteniyor. Dikkat edin, yasadışı seviştikleri (üstelik doğa yasasının dışında bir yasa olamaz sevme sevişme konusunda) için değil, evli oldukları için yargılanıp cezalandırıyor çift.
Demek ki ortaklaşmacı avına çıkan senatör gökten zembille inmemiş, tarla çoktan hazır: anamalcı düzensizliğin suyunu bulandırıyor olmak için her şey her an gerekçeye dönüşebilir; nitekim öyle olmuş, oluyor.
Bırakın bütün öbür toplumsal kuramcıları, dirimbilimci Henri Laborit’nin sesine kulak verip dediğini yapma zamanı çoktan gelmiş geçiyor, kısa bir süre sonra hiç geri dönebilme umudu kalmayacak: uygarlığı yeniden tanımlamak; doğada, evrende bulunmayan şu küçücük bir azınlık uğruna dünyayı canlı cansız bütün varlıklarıyla, bütün kaynaklarıyla sömürmekten, kötüye kullanmaktan, kirletip yaşanmaz hâle getirmekten kesinlikle vaz geçmek gerekiyor. Ve bunun aktöreyle, öbür dünyayla hiç ilintisi yok: hemen şimdi, bugünkü yaşamımız buna bağlı. Aklınız yatarsa.
Sevgili dostum Mehtab Kardaş son çalışmalarını Oda’da sergiledi; sanatseverler biliyordur, minyatürden yola çıkarak anlatıyor Mehtab duygularını, düşüncelerini, düşlerini. Bu kez mavi egemendi resimlerine, mavinin çeşitlemeleriyle bezemişti resimlerini. İç dengemizin yakalanıp sürdürülmesinin alabildiğine güçleştiği günlerde birer dinginlik limanıydı yapıtları. Doğa yolunu açık tutsun.
Fransız kanalı Mezzo bu Pazar yine güzel bir armağan verdi biz bale-dans sevenlere: Çinli tasarımcı Lin Hwai-min’in Cursive II ve Moon Water adlı danslarını, “Bulut Kapısı Dans Tiyatrosu” yorumladı.
Lausanne’da her yıl yapılan dans yarışmasında da göze çarpıyordu Doğu ülkelerinin dansa, baleye verdikleri ağırlık, aldıkları yol. Belli ki yaşama tüketme biçiminin sanata yansıması sonucu, Maurice Béjart’la Roland Petit’nin dışındaki Avrupalı tasarımcılar dansçıları oradan oraya koştururken, Lin Hwai-min, üstelik yine onların kapı dışarı ettikleri Bach’ın o güzelim çello süitlerinden biriyle tadına doyulmaz danslar yaratmıştı. Çinli kızlarla oğlanları akrobatlık yaparken izlemişseniz, bedenlerini nasıl bir uyumla, denetimle kullandıklarını biliyorsunuzdur; bu ustalık, şiirsel bir tasarımla birleşince havalara uçurucu olmuş; Béjart’ın dansçıları gibi oğlanların üstü çıplak, kızlara ten rengi bir şey giydirilmiş; oğlanların bacaklarında kara, kızlarınkindeyse beyaz bol pantolonlar. Böylece hepsinin bedenlerindeki en küçük bir kıpırtı, ürperti bile görünüyor.Kısacası, gerçek bir görsel şölen.
Fransızların öbür kanalları, TV5, 5. Kanal ve Arte sanata ayırdıkları payı iyice düşürüp sonunda sildiler; neyse ki elimizde Mezzo kaldı. Bakalım ne zamana dek?
Çılgınca talan döneminde sanata yer mi kalır?
Özer Candaş, Anı yayınları’nda bastığı birkaç kitabı yolladı; Cavit Binbaşıoğlu’nun “Türk Eğitim Düşüncesi Tarihi”; Dr İkram Çınar’ın “Mankurtlaşma Süreci”; Uluğ Nutku’nun “Ur-Uruk-Urşu: Şiir Damlası Tarih” şiir seçkisi ve İngilizce-Türkçe yayınlanmış “Eğitim Araştırmaları” dergisi.
Güzide Dadaloğlu da, başına kısa bir önsöz yazdığı, H. Ali Aydın’ın “Aşiretim Sinamilli, Köyüm Bozhüyük”ü getirdi. 1600’lerde İran’ın Horasan kentinden yola çıkıp Anadolu’ya gelen bu güzelim insanlar her yöne ve yere dağılmışlar; kitap onların Anadolu’ya yerleşme öykülerini, yaşayış biçimlerini anlatıyor. H. Ali Aydın da halkımın çoğunluğu gibi ilkokuldan ötesini okuyamamış; yurt içinde dışında işçilik yapmış, şimdi emekli. “Bu Diyarda Biz de Varız” başlığını taşıyan ikinci bölüme şiirler alınmış.
Evlerinin önü silme çevirme koyun
Horasan’dan mı gelir güzelim soyun
Belin ince, yanağın al, uzunca boyun
Doğru söyle Bozhüyük köyünden misin?
Söyle güzel, Sinamilli Aşiretinden misin?
*
Sevdalıydım bir zaman severdim çalışmayı
Yaşlandım yoruldum artık, gücüm kalmadı
İşsizliğe güçsüzlüğe tembelliğe alıştım

Kelaynağa döndüm şimdi, saçım kalmadı.
Berfin Yayınları, İzzet Harun Akçay’ın ilk romanını basmış: General Söz Verdi/Bahar Ülkesi 1. İstanbul yakınlarındaki bir ilçede yaşayan üç kişilik aile aracılığıyla ülkemizin son dönemini anlatmış Akçay; akıcı, temiz bir dille.
Yapı Kredi yine dört dörtlük bir sergi hazırladı sanatseverlere: Zühtü Müridoğlu: Resim, Heykel, Bütün Bir Yaşam.
Ayrıca, serginin güzel bir kataloğunu da bastı; Korkut Erdur hazırlamış yayına; Dara Çolakoğlu metinleri İngilizce’ye çevirmiş; fotoğrafların belgelikten olanlarınına Hakan Eğilmez’inkiler eklenmiş; ayrıca Aydın Cumalı’nın çektikleri de var; sergi ve kataloğun tasırımını Sadık Karamustafa ile Ayşe Karamustafa üstlenmişler; grafik uygulama Hasan Fırat’ın, düzeltileri de Mahmure İleri yapmış.
Kitabın başında Cemal Süreya’nın çok şiirsel bir yazısı var; ardından Semra Germaner öğretmen Müridoğlu’nu anlatıyor; Kaya Özsezgin de ustadaki “ Bedenin Uyumsal Bütünlüğü”nü işlemiş.
Müridoğlu elbet yetenekli bir insan, ama aynı zamanda da talihli, çünkü Cumhuriyet’le birlikte doğup oluşmuş, 1924’te girmiş Güzel Sanatlar Akademisi’nin o günkü hâli olan Sanayi-i Nefise’ye; sonra elbet Paris’e yollanmış. Döndüğünde, Paris’te beynine kazınan etkilerle genç Cumhuriyet’in, her yeri ışıtan Atatürk devrimlerinin kollarında yaşayıp üretmiş. Oluşturduğu ilk insan başlarında, gövdelerinde o mutlu, umutlu yılların sağlamlığı, pırıltısı var. Sonra çeşitli gereçlerle biçimsel çeşitlemeler; derken incecik dansçılar. Yapıtlarına baktığımda, tutkuyla, sevişir gibi yarattığını algılıyorum. Ne güzel söylemiş Cemal:
“Sarılmış kadınla erkeğin arasında bırakılmış hem evcil, hem erotik, hem uzaysal, hem düşünsel aralığı…”
Umarım, arınmak üzere, birkaç kez gitmişsinizdir bu sıradışı sergiye.
Hazırlayanlara yürekten alkış!
Gelin yine Birhan Keskin’in bir şiiriyle bitirelim sözümüzü.
DÜET/A

Kendi duvarımın arkasındaydı,
gördüm, sakindi ova.

Köyler şehirler nehirler içinden geçtim
yaban toprağa değdim
başka sular içtim.

Yolları yarları yılları geçtim
bir anafordu içtim, eksiğimle
ters döndüm taştım düştüm.
Yollar tamamlar mı beni?

Uzakta solgun yüzlüm, hasreti sakinim
dağ gibi sever beni, dağ gibi suskunum
bu yüzden ben en çok dağlara baktım,

tamamlanmadım
tamamlanmadım.

Rh+s.28, Nisan 2006

1 Mart 2006 Çarşamba

EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ

Tevfik İhtiyar, 1 Mart’taki sergisini Serpil Kapar Kılıç’a ayırmıştı. Serpil, “olasılık+gereklilik” ikilisinin epey gözettiği bir insan: Almanya’da doğmuş; herkes gibi burada doğup oraya gitseydi, yolu bu kadar açık kalamazdı. Türkiye’nin en nitelikli okullarından birinde, Gazi Eğitim’de okuma talihine ermiş. Ardından aynı sağlamlıktaki başka bir okula, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne geçmiş; kuramsal-kılgısal resim eğitimini tamamlamış; şimdi bir üst basamak için emek veriyormuş.
Daha sonra, birçok ressam gibi Ankara, İstanbul ya da İzmir’de değil, Çanakkale’de yaşatmış onu sözünü ettiğim ikili; bu da, hem kendisinin, hem resminin ayağının yerde kalmasını sağlamış. Resimlerinden birinin adı “Köpüklendi düşüm”; Serpil’in düşleri gerçekten köpük köpük, hem de en günlük, en somut nesnelerle bezenmiş olarak.
Alçakgönüllü öğretmenliğini sürdürdükçe, yurdumuzu kurtarmış olanların anıları üzerinde ayağını yere sağlam bastıkça, bize daha çok şiirsel düş hazırlar.
Genel olarak dünya, özellikle de yurdumuz çok amansız bir saldırı altında; bağımsız kalıp kalamayacağımız, dolayısıyla sanat gibi ancak o zaman yürütülebilen etkinlikleri yaşatıp yaşatamayacağımız, Birinci Kurtuluş Savaşı’ndakinden daha büyük, belirsiz sorular hâlinde karşımızda duruyor.
Sanal fildişi kulelerinden çıkıp bu savaşıma katılmayı becerebilecek olanlar için birkaç kitabım var. İlki, Mustafa Yıldırım’ın: 58 Gün:Mustafa Kemâl ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına.”
Şöyle demiş Mustafa Yıldırım bir şiirinde:

eski zaman şeyhlerinin
sona ermesin diye saltanatları
ve kurulacak diye petrol ziftine bulanmış demokrasi
ölmemeli
buradakiler ve oradakiler…

Kitabı Ulus Dağı Yayınları basmış; arka kapağında da şu satırlar var: “Hanedanın İstanbul’dan Limni Adası’na, oradan Çanakkale kıyılarına uzanan teslimiyetine karşı ıssız ovalarda, İskenderun limanında ve Toroslarda yakılan isyan ateşi…Gerçeklerin içinden süzülüp gelmiş 58 gün içinde binlerce yıllık serüven; acısız sevdalar ve sonsuz barış için karanlığı yakmaya çağıran sarsıcı, sorgulayıcı, sürükleyici, şiirsel, alanında ilk bir belge roman.”
Nicedir dillerde dolaşan “Sivil Örümceğin Ağında”yı okumuşsanız, güvenle alıp okuyacağınız değerli bir kaynak.
İkinci kitaptan da Cumhuriyet yazarları uzunca söz ettiler: Ece Temelkuran’ın “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita”sı. Ece genç bir gazeteci; ama belli ki uyanık, temiz ülkülü: yurdumuzda yaşananlara, bize yaşatılanlara katlanamadığı için kalkıp umudun yeşerdiği ülkelere, Chavez’in Venezüella’sına uçmuş; gördüklerini, derlediklerini içten, coşkulu bir dille anlatmış.
1995’te yitirdiğimiz Fransız düşünür-bilimadamı Henri Laborit gibi, “uygarlığın yeniden tanımlanması”, çarçurcu anamalcı düzensizliğin yerine canlısıyla cansızıyla dünyamızı gözetecek yeni, gerçekten barışçı bir düzenin getirilmesini isteyenlere, en umutsuz anlarında umut aşılayacak bir kitap.



Sonraki yapıtımız, Erol Bilbilik’in “Dış İlişkiler Konseyi””; Umay yayınları basmış. Erol Bilbilik, çok önemli bir konuda, ulusal güvenlik ve haberalma konusunda uzman; Kaynak Yayınları’nda da bu alanda değerli incelemeleri var.
Burada, ABD’deki üç temel kurumun, Dış İlişkiler Konseyi, Üçlü Komisyon ve Bilderberg Grubu’nun hani şu bütün dünyaya küreselleşme, sınırları kaldırma diye yutturulan buyuruculuğunun asker+siyasetçi+işadamı işbirliğiyle nasıl örgütlenip yürütüldüğünü anlatıyor. Sivil örümceğin Ağında gibi, canının kurtarmak, bağımsız kalmak, daha doğrusu yaşamak isteyen her Anadolu insanın okuması, üzerinde ince ince düşünmesi; sonra Mustafa Kemâl ve ülküdaşları gibi, bu saldırı karşısında alınacak önlemleri düşünüp yürürlüğe koymasını sağlayabilecek bir kaynak.
Sonuncu kitabımızsa bu topraklarda yaşamış bir masal adamını, eşeğinin sırtına yüklediği iki sandıkla köy köy dolaşıp kitap dağıtan Mustafa Güzelgöz’ü anlatıyor: Eşekle Gelen Aydınlık.
Mustafa Güzelgöz 1921 Ürgüp doğumlu; yalnız orta öğrenim görebilmiş; ama ayaktopunda becerikliymiş; bu sporu seven Ürgüp Kamakamı Fahri Çıvgın, orada kalıp gençleri çalıştırsın diye, Mustafa’yı 1 Temmuz 1947’de kitaplığa görevli atar.
Göreve başladığında, kitaplığın bodrumunda çürümeye bırakılmış 2300 eski harfli yazma basma yapıt vardır; onları güneşte kurutup kurtarır okurlara sunar.
Eşekle kitap dağıtma düşüncesi, köyün birinde yaşadığı olayla doğar: bir tören sırasında öbür kamu görevlilerine koşup iskemle getiren köylüler onu ayakta dikilmesine hiç aldırmaz. Mustafa önce üzülür, sonra nedeni düşünür: öbür kamu görevlilerinin halka bir yararı, dolayısıyla bir yetkisi vardır. Bir kitaplık görevlisinin yararı ne?
Derken Demokrat Parti işbaşına gelir, Köy Enstitülerini de, Halk Evlerini de kapatır; Ürgüp’te çarçur olacak halkevi kitaplarına Mustafa sahip çıkar. O arada çıkarılmış bir yasanın kapatılan bu ekin yuvalarının mallarını ve kitaplarına sahip çıkabilmelerine izin verdiğini öğrenir, Ürgüp’te ilk köy kitaplığını kurar. Ardından “Kitaplık Kurma ve Geliştirme Derneği.” Arada binbir yazıp çizme işlemi, sayısız engel. Bakıyor ki kitaplık açılamıyor, içi düzülemiyor, başka bir yol geliyor usuna: İnsan kitaba gelemediğine göre, kitap insanın ayağına gitmeli.
Ayda 200 liraya çalışacak bu köy kitapçılarının birer de eşek edinmelerini koşul olarak öne sürüp kabul ettirir; gelen adaylar arasından Bekir Koca, Karlık, Yeşilöz ve Ağaçören köylerini dolaşacaktır. Yöntem: kentlerdeki gibi okura ödünç kitap verme.
Bundan ötesini anlatmayayım, kitabı alıp okuyun.
Aydın İleri ile Tayfun Talipoğlu, bu masal kahramanını anmak üzere hazırlamışlar Eşekle Gelen Aydınlık’ı. Başta Talipoğlu’nun Güzelgöz’le yaptığı uzun bir söyleşi var; sonra, sevgili Fakir Baykurt’un ölmeden yazdığı son romanın, Eşekli Kütüphaneci’nin yayınlanmasından sonra çıkan yazılar.
Tıpkı Kurtuluş Savaşımız’daki gibi, en umutsuz, olumsuz koşullarda güzelim Çılgın Türkler’in neler yaptıklarını, neler yapabildiklerini, yapabileceklerini anımsamak istiyorsunuz bu iki yapıtı da edinin.




Rh+, s 29, Mart 2006

1 Ocak 2006 Pazar

Fidel’in Sağlık Melekleri

Pakistan’ı yerle bir eden sarsıntıdan sonra haberlerde kulağınıza çalındı mı bilmem? Fidel Castro, hemen 400 hekimi, bütün yardımcılar, donanımlarla birlikte oraya uçurmuş; üstelik gönderdiği insanların besinlerini de yanlarına vererek: belli ki o yoksul çileli ülkeyi bir de bu açıdan zora sokmak istememiş.
Aynı yardım önerisini, Katrina Kasırgası’ndan sonra, üstelik tam 1000 hekimle ABD’ye yapmış; ama burnu büyük soyguncular, rezillikleri iyice açığa çıkmasın diye besbelli, bunu geri çevirmişler; dolayısıyla New Orleans’lı kara derili kardeşlerimiz kim bilir nasıl çırpındılar çözümsüzlükler içinde!
Bu olay aslında, dünyanın gelip dayandığı çıkmazı açık seçik gösteriyor: yeniden bütün canlı cansız varlıklarıyla güzelim mavi gezegene mi, yoksa şu tanıma sığmaz para=erk çılgınlığına mı öncelik vereceğiz?
İnsanlığın temel hastalığı anamalcı düzensizliktir; bin türlü yalanla onu hepimize dayatanları alaşağı edemezsek, en küçük bir umut yok.
Orhan Yayla, Küba’da değil, burada doğup yetişmiş bir hekim,bir Karadeniz uşağı; hekimliğini yürütürken fotoğrafa da sevdalanmış. Yöresinin kadınlarını kızlarını, çocuklarını yaşlılarını, ineklerini keçilerini çiçeklerini görüntülemiş; bunları Fotoğraf Merkezi’nde, “Sıcak Işık” adıyla sergiledi. Bayıldım.
Can dostlarımdan Filiz Başaran Apel Galerisi’nde resimleriyle seramiklerini “Masumiyet” adı altında sergiledi.
Fatma Ekeman bu yıl ilk sergisini ancak Kasım’da açabildi; Nevin İşlek ile Mehlika Baş’ın camaltı resimleri bezedi Oda’nın duvarlarını.
Biliyorsunuz, yaşama ve sanata iki yaklaşım var: doğal içten olanı, öğretilmiş olanı. Nevin’le Mehlika’nın yaklaşımları doğal, temiz, coşkulu; bu yapıtlara da yansıyor: bakarken, hepimize yaşatılan olayların etkisiyle kararmış içiniz ışıyor, çocukluğumuzun masal dünyasına geçiyorsunuz. Umarım gidip kendinize bu hazzı tattırmışsınızdır.
Tevfik İhtiyar, ikinci sergisini sevgili Leyla Gamsız’a ayırdı; Türk resim sanatının bu soylu, onurlu, kişilikli yorumcusunun, üstelik en yakınının eliyle başın getirilenlerden sonra, böyle başlangıcından çalıştığı son güne dek bütün evrelerini özetleyen bir sergiyle kucaklanması, dünyamızın insana yakışır bir dünya kalabilmesi için atılması gereken adımlardan biriydi. Tevfik’i yürekten kutluyorum.
Sanat dünyasında başka bir sevindirici haber Kızıltoprak Sanat Galerisi’nden geldi, sevgili Gülay Atasoy, eşiyle el ele can cana 10 yıl önce açmışlardı o özenli galeriyi. Kimi zaman gidebildim, çoğu kez varamadım sergilerine; ancak çağrılar sürekli geldi. Tanıdığım bütün nitelikli yorumculara kucak açtılar.
10.Yıl’ı kutlamak üzere, üç toplu sergi düzenlemişler; ilkini Kaısm’da açtılar: sevgili Gülay Atasoy, eşiyle el ele can cana 10 yıl önce açmışlardı o özenli galeriyi. Kimi zaman gidebildim, çoğu kez varamadım sergilerine; ancak çağrılar sürekli geldi. Tanıdığım bütün nitelikli yorumculara kucak açtılar.
10.Yıl’ı kutlamak üzere, üç toplu sergi düzenlemişler; ilkini Kaısm’da açtılar: birinci desteye Naile Akıncı, Beril Anılanmert, Ferruh Başağa, Hüseyin Bilişik, Nevin Çokay, Hamiye Çolakoğlu, Turan Erol, Leyla Gamsız, Mahir Güven, Muhsin Kut, Mehmet Pesen girmiş; Ocak ve Şubat’ta öbürleri gelecek.
Yürekten alkış!
Can dostlarımdan Mahiye Morgül önce iletiyle duyurdu, sonra kitabını alıp yolladı: Nev Galerisi, Ankara’da, Abidin Dino’nun “Gerilla Desenleri”ni sergilemiş. Dino’nun 1941’de çizdiği resimler, doğal olarak, o günlerin kavgasını. Özlemlerini yansıtıyor. Kitabın başına Rasih Nuri İleri’nin çok önemli dönemsel, tarihsel, sanatsal bilgiler içeren yazısı konmuş. Mahiye’ciğim, sergiyi göremedin, bari kitaba bak, demiş. Sağolsun. Sevil’le çok beğendik; aynı zamanda kederlendik: dünyamızı nereden nereye getirdi bu anamalcılık!
Umarım Ankara’lılar gidip görmüşlerdir bu sıradışı sergiyi.
Kaynak Yayınları bir dizi kitap basmış; Aslan Başer Kafaoğlu ile Yıldız Sertel’in ortaklaşa yazdıkları. “ABD ve Serbest Piyasa Masalı”; Muazzez İlmiye Çığ “Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği”; Selami Kılıç “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türk Devrimi ve Fikir Temelleri”; Muazzez İlmiye Çığ “Vatandaşlık Tepkilerim”; Hasan Yalçın “ “Neoliberal ‘Sol’”; İlhan Arsel “Şeriat,İnsan ve Akıl”, “Cahiliyye” ve “İslama Göre Dinler”, B. Sadık Albayrak “Noterler ve Edebiyat”.
Yapı Kredi, Cemal Tollu’yu andı bütün yaşamını özetleyen bir sergiyle; ve her zamanki gibi güzel bir de kitabını bastı. Gerek sergiyi gezerken, gerek kitabı incelerken, şu gözlem canımı acı acı yaktı: yetenekli Türk çocuklarından resmim sanatını seçenler, o kaçınılmaz tuzağa düşmüş, Batı’nın, Avrupa’nın düşünsel-kuramsal damgasını yemiş, kendi kişiliklerini geliştirip özgün yorumcular olamamışlar. Bu Cemal Tollu için de geçerli; sana ne Batı’nın küplü anlatımından? İnsan, mağarada yaşadığı günden beri resim yapıyor; doğadan ya da kendi içindeki doğadan esinlenerek. Bunu korkmadan, kimseye öykünmeden yapsana! Resim tarihimizde bunu yapabilmiş çok az insan var; elbet pırıl pırıl parlıyorlar bütün o öykünmecilerin arasında .
Doku’da Alp Bartu ile Murat Tolga’nın resimleri; Artisan’da, Nilhan Sesalan’ın yontuları “Polen Çağı” adıyla sergilendi.
Mike Leigh’in Venedik Film Şenliği’nde Altın Aslan bağışlanan filmi Vera Drake’e gittik; hani şu “Aydınlanmış Batı” ve onun sözümona halkerkine herkesten önce geçmiş İngiltere’si, 1861’de bilmem hangi kralının çıkardığı, 1950’lerde de kararlılıkla, seve seve uygulanan bir yasa uyarınca, ırzına geçildiği ya da korunma yollar öğretilmediği için gebe kakalan kızları kadınları istemedikleri, canlarına okuyacak çocukları düşürten Vera’yı anlı şanlı yargıçlara yargılatıyor, sonra herkese ders (gözdağı) olsun diye, bu iş için beş kuruş almadığını göz önünde bulundurarak, en düşük cezaya çarptırıyor, 2 yıl hapse tıkıyor.
Ee, gerek yakınlarda Cennet’e giden, gerek yerine gelen Nazi eskisi yeni Papa, hâlâ açıkça gebeliği önleyen ilâçların içilmesini, istenmeyen çocukların, örneğin Küba’daki gibi en güvenli, en sağlıklı koşullarda alınmasını kınamıyor, yasaklamıyor mu? Aktöre adına sürdürülen bu aşağılık oyunun aslında dünyaya ucuz emekçi ve silah üretimcilerini besleyecek gönüllü şehitler yetiştirmek üzere uydurulup sürdürüldüğünü yeterli sayıda insan göremedikçe, hiç umut yok.
Üstelik bu da alabildiğine zor, çünkü bütün televizyonlar, radyolar, iletişim ağları, gazeteler kitaplar Papaların, Hahamların, İmamların, daha doğrusu hepsinin efendisi olan para ve silah babalarının masallarını yayıyor 24 saat.
İş Bankası, Emine Çaykara’nın hazırladığı “Tarihçilerin Kutbu:Halil İnalcık Kitabı”nı basmıştı Ekim’de; kısa sürede 3. basımını yaptı. Sağolsun, Levent Cinemre bana da verdi. Karıştırırken, Sayın İnalcık’ın İngiltere’nin Hindistan’da pamuklu dokuma işleyimini nasıl çökertip yerine kendi kumaşlarını sattırdığını anlatan sayfayı okudum; az sonra, çalışmalarından dolayı bilmem hangi Krallık Akademisi’nin onu onursal üyeliğe seçtiğini anlatıyordu. Bunun üzerine Emine:
- Bakın orada bilime, bilimadamına nasıl değer veriyorlar, diyor.
Sayın İnalcık da doğruluyor, bizdeki kıskançlıklardan falan söz ediyor. Halil Bey 1916 doğumlu; bir bakıma bütün 20. yüzyılı yaşamış boydan boya; Cumhuriyet öncesini çok iyi anımsayamasa bile, tarihçi olarak yaşananları, yaşatılanları sonra hem yaşadı, hem ayrıntısıyla okumuş olmalı. Dolayısıyla Batı buyuruculuğunun (emperyalizminin) ne olduğunu biliyordur; o zaman, bizdeki bilim ve bilimadamı saygısızlığının nereden geldiğini, kimlerin eliyle ve paralarıyla sürdürüldüğünü görmezden gelmemesi, unutmaması gerekirdi.
Bugün bütün yetenekli çocuklarımızı, tıpkı bütün gri bıraktırdığı ülke çocukları gibi, şu gözü dönmüş, doymaz, çıldırmış Batı kapmıyor mu? Ödüllere, paraya boğmuyor mu? (Üstelik o verilen de bu yoksulluğa çaktıkları ülkelerden yürüttükleri milyarlarca doların kırıntılarıyla karşılanıyor!)
Kitabın bütününü okumadan daha kesin konuşmak istemiyorum; ancak Halil Bey’inkinde daha kısa ömrümde bütün okuyup öğrendiklerim, yaşadıklarım beni şu yargıya getirdi: bütün erdemlerin özeti, TUTARLILIK’tır; tutarlı düşünüp davranamazsanız, arada bilip söyledikleriniz hiçbir işe yaramaz, dahası amaçladığınızın tam tersi sonuç verir.
Halil İnalcık, hepimiz gibi, edindiği bilimi de, bulunduğu onurlu yeri de o güzeller güzeli Mustafa Kemâl Atatürk’ borçlu; peki onun Batı sömürgeciliği, buyuruculuğu konusunda söylediklerine değiniyor mu, henüz bilmiyorum. Merakla okuyacağım kitabını.
Sevgili dostum Tūba İnal bu yıl da sergisini Kare’de açtı; İda Dağı’nın yamacında sabırla, inançla, inatla yonttuğu ak kara mermerlerle bezedi galeriyi; kadın bedenleri, onlar kadar yumuşak dalgalar, küçük kayıklar. Barbar Batı’nın kana gözyaşına boğduğu dünyamızda bir an evrensel dingin güzelliği anımsamak istiyorsanız koşacağınız küçücük bir vâha; umarım uğrama fırsatı bulmuşsunuzdur.
Bu kez Zeynep Uzunbay’dan, Papirüs Yayınları’nın bastığı “Kim’e” adlı kitabından bir şiir okuyalım.
Kahvegül

annesinden kırılmış
kahvegül koydum adını
bil bakalım ne var avucumda diyor
dün gitti Kahvegül yarın da gelmedi
şimdi desem sığmaz ki oraya

bilmez miyim öpücükleri var
öpen kendisi olduğu için gözyaşları bir de
Delos’tan gelecek gemileri bekleyen
kız çocuk sanıyor kendini
boynunda babasının aldığı kolye

artık tanrıyı çağırırsın diyor sabah kahvesine
çantandan çıkanlara o bakar
tüylü ölmekten korkan kadınlar gibisin
sol omzunu çökertmiş şu çağdaş heybeden
son şiir olmuş bir şiir ya çıkmazsa...
“- Yatak kadını, içki kadını, ev kadını...
- Sen ne olmak isterdin?
- Çalı kadını!”




Rh+, s.25, Ocak. 2006.