1 Nisan 2006 Cumartesi

ZÜHTÜ MÜRİDOĞLU

Özdemir İnce, uzun ince yolun bu dönemecinde, çoktan hak ettiği ödüle kavuşmuş: “Max Jacob Şiir Ödülü.”
Gelin şimdi biz de kısa bir şiirini anımsayalım.

ÖZET

Seviyordum seni ne zaman deniz açılsa
Açınca gök nice denizle nice yazla
Seviyordum uyanır soğuk su içer gibi
Sen ki engin yüzü sayısız öpüşümü kapsayan
Sen ki gece gündüz hep bir şeylere kararlı
Sen ki bir bakışta tüm doğayı yadsıyan
Seviyordum açık pencereden bakar gibi
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Katı ve yiğit toprağa basar gibi
Şubat ortasında Fırat’ı geçer gibi
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Yaz gecesinden sağılmış beyaz bir ses
En ilkel sözcükler yazgısı olan şeyler
Diyordum bir ses gerek sana yeni bir dil
Tozun toprağın taşın uyanan özündeki.

Başka bir ozan dostum, Attila Aşut da “Acının Külrengi” adlı kitabını yolladı; ondan da bir şiiri paylaşalım:

YARALI ŞİİR

Şiirim yaralıdır
Çünkü yaralıdır yurdum

Kınalı kuzularım
- Kızlarım
Oğullarım-
Yaralıdır.

Denizlerim kurudu
Gemilerim battı
Tayfalarım yaralıdır.

Uzun yol yorgunuyum
Söz verdim/
Dönüp bakmam geriye
Çocukluğum yaralıdır.
Genç ölülerin yaşamından çaldık
Düşenlerin ömrü eklendi ömrümüze
Ölenler niye öldü?
Biz niye hayattayız?
Sorularım yaralıdır.

Köprüleri attım
Gemileri yaktım
Atları vurdum
Gençliğim, umudum yaralıdır.

Karanlık bir kuyudayım
Kovam boş/
Su çekmiyor çıkrığım
Yaralı bir ömrün ortasında
Kanıyor şiirim ve yurdum.

Bu hafta Nilgün’le gönlümüze göre bir film bulduk deyip koştuk İyi Geceler, İyi Şanslar’a.
Siyah-beyaz çekilmiş, yer yer güzel caz şarkılarıyla bezenmiş, eli ayağı düzgün bir film; konusuysa, hani şu ünlü Cadı Kazanı yıllarında CBS televizyonunda “Yüz Yüze” adlı izlenceyi düzenleyenle bütün Amerika’yı kazana çeviren M.C. (adın yazmıyorum, anılmayı hak etmiyor çünkü) arasındaki kapışma.
Benimle yaşıt olanlar anımsıyordur, o günlerde bu vebalı adamın öncülüğünde bir av başlamıştı ABD’de: herhangi bir sol örgüte üye oldun mu, solcu bir dergi ya da gazeteyi okudun mu, solcu sendikaya katıldın mı, ya da bütün bunları yapan herhangi biriyle arkadaşlık ettin mi? Daha aklınıza gelebilecek ne kadar sayıklama varsa, hepsi insanların yaşamının karartılmasına gerekçe yapıldı. Ve o kazanda Amerika en yetenekli, insanlığın yüzünü ağartan çocuklarını kaynattı; kimisi ülkeden kaçmak zorunda kaldı, kalanlar süründü.
“Yüz Yüze”yi hazırlayan yürekli, dürüst gazeteci vebalı senatöre karşı çıkarken, kendi işvereniyle çekişmek zorunda kalıyor; izlencenin yazarı olan arkadaşı ortaklaşmacı olduğu için dayanamayıp canına kıyıyor. İşverenle izlencenin yapımcıları sık sık televizyonu destekleyen, o izlenceye parasal yardımda bulunan insanları ele alıp tartışıyorlar: izlencenin izlenme oranı yükseliyor, ama para verenlerin hoşnutsuzluğu da aynı hızla artıyor. Film, izlence gün ve saatinin değiştirilmesi, süresinin kısaltılmasıyla bitiyor: gazeteci, yemekli bir toplantıda bu gidişi, Amerika’nın habere, bilgiye bakışını eleştiriyor. Ama işine dönecek mi, bundan sonra böyle bir izlencenin yapılmasına işveren izin verecek mi belli değil.
Bugün Amerikan ve dünya sineması ancak bu kadarını anlatabiliyor; olaylar 52-58 arasında yaşanmış; ondan sonra dünyada neler olmuş? Amerika bu Cadı Kazanı’nı solda sıfıra dönüştürecek daha ne korkunç işler yapmış; Vietnam’dan Güney Amerika’ya, Orta Asya’ya, Irak’a, Afganistan’a, Türkiye’ye el atıp karıştırmadığı, cehenneme çevirmediği ülke bırakmamış, yönetmen ancak o günlere şöyle bir değinebilmiş. Diri diri köpek balıklarına atılanlardan, işkencelerle öldürülenlerden hiç söz yok; borsa ve iç-dış yardım oyunlarıyla göz göre göre soyulup yoksul bırakılan milyonların beş anakarada açlıktan geberip gidişi Amerikalı Avrupalı sinemacıları hiç ilgilendirmiyor.
Soyut anlatım özgürlüğü konusunda dişlerine göre buldukları senatöre kahramanca saldırırlarken, kendi kanallarında evli bir çift işe giderken yüzüklerini çıkarmak zorunda; ne kadar gizlenseler, sonunda evli oldukları anlaşılıyor, ve günün birinde, ikisinden birinin gönüllü olarak işten ayrılması isteniyor. Dikkat edin, yasadışı seviştikleri (üstelik doğa yasasının dışında bir yasa olamaz sevme sevişme konusunda) için değil, evli oldukları için yargılanıp cezalandırıyor çift.
Demek ki ortaklaşmacı avına çıkan senatör gökten zembille inmemiş, tarla çoktan hazır: anamalcı düzensizliğin suyunu bulandırıyor olmak için her şey her an gerekçeye dönüşebilir; nitekim öyle olmuş, oluyor.
Bırakın bütün öbür toplumsal kuramcıları, dirimbilimci Henri Laborit’nin sesine kulak verip dediğini yapma zamanı çoktan gelmiş geçiyor, kısa bir süre sonra hiç geri dönebilme umudu kalmayacak: uygarlığı yeniden tanımlamak; doğada, evrende bulunmayan şu küçücük bir azınlık uğruna dünyayı canlı cansız bütün varlıklarıyla, bütün kaynaklarıyla sömürmekten, kötüye kullanmaktan, kirletip yaşanmaz hâle getirmekten kesinlikle vaz geçmek gerekiyor. Ve bunun aktöreyle, öbür dünyayla hiç ilintisi yok: hemen şimdi, bugünkü yaşamımız buna bağlı. Aklınız yatarsa.
Sevgili dostum Mehtab Kardaş son çalışmalarını Oda’da sergiledi; sanatseverler biliyordur, minyatürden yola çıkarak anlatıyor Mehtab duygularını, düşüncelerini, düşlerini. Bu kez mavi egemendi resimlerine, mavinin çeşitlemeleriyle bezemişti resimlerini. İç dengemizin yakalanıp sürdürülmesinin alabildiğine güçleştiği günlerde birer dinginlik limanıydı yapıtları. Doğa yolunu açık tutsun.
Fransız kanalı Mezzo bu Pazar yine güzel bir armağan verdi biz bale-dans sevenlere: Çinli tasarımcı Lin Hwai-min’in Cursive II ve Moon Water adlı danslarını, “Bulut Kapısı Dans Tiyatrosu” yorumladı.
Lausanne’da her yıl yapılan dans yarışmasında da göze çarpıyordu Doğu ülkelerinin dansa, baleye verdikleri ağırlık, aldıkları yol. Belli ki yaşama tüketme biçiminin sanata yansıması sonucu, Maurice Béjart’la Roland Petit’nin dışındaki Avrupalı tasarımcılar dansçıları oradan oraya koştururken, Lin Hwai-min, üstelik yine onların kapı dışarı ettikleri Bach’ın o güzelim çello süitlerinden biriyle tadına doyulmaz danslar yaratmıştı. Çinli kızlarla oğlanları akrobatlık yaparken izlemişseniz, bedenlerini nasıl bir uyumla, denetimle kullandıklarını biliyorsunuzdur; bu ustalık, şiirsel bir tasarımla birleşince havalara uçurucu olmuş; Béjart’ın dansçıları gibi oğlanların üstü çıplak, kızlara ten rengi bir şey giydirilmiş; oğlanların bacaklarında kara, kızlarınkindeyse beyaz bol pantolonlar. Böylece hepsinin bedenlerindeki en küçük bir kıpırtı, ürperti bile görünüyor.Kısacası, gerçek bir görsel şölen.
Fransızların öbür kanalları, TV5, 5. Kanal ve Arte sanata ayırdıkları payı iyice düşürüp sonunda sildiler; neyse ki elimizde Mezzo kaldı. Bakalım ne zamana dek?
Çılgınca talan döneminde sanata yer mi kalır?
Özer Candaş, Anı yayınları’nda bastığı birkaç kitabı yolladı; Cavit Binbaşıoğlu’nun “Türk Eğitim Düşüncesi Tarihi”; Dr İkram Çınar’ın “Mankurtlaşma Süreci”; Uluğ Nutku’nun “Ur-Uruk-Urşu: Şiir Damlası Tarih” şiir seçkisi ve İngilizce-Türkçe yayınlanmış “Eğitim Araştırmaları” dergisi.
Güzide Dadaloğlu da, başına kısa bir önsöz yazdığı, H. Ali Aydın’ın “Aşiretim Sinamilli, Köyüm Bozhüyük”ü getirdi. 1600’lerde İran’ın Horasan kentinden yola çıkıp Anadolu’ya gelen bu güzelim insanlar her yöne ve yere dağılmışlar; kitap onların Anadolu’ya yerleşme öykülerini, yaşayış biçimlerini anlatıyor. H. Ali Aydın da halkımın çoğunluğu gibi ilkokuldan ötesini okuyamamış; yurt içinde dışında işçilik yapmış, şimdi emekli. “Bu Diyarda Biz de Varız” başlığını taşıyan ikinci bölüme şiirler alınmış.
Evlerinin önü silme çevirme koyun
Horasan’dan mı gelir güzelim soyun
Belin ince, yanağın al, uzunca boyun
Doğru söyle Bozhüyük köyünden misin?
Söyle güzel, Sinamilli Aşiretinden misin?
*
Sevdalıydım bir zaman severdim çalışmayı
Yaşlandım yoruldum artık, gücüm kalmadı
İşsizliğe güçsüzlüğe tembelliğe alıştım

Kelaynağa döndüm şimdi, saçım kalmadı.
Berfin Yayınları, İzzet Harun Akçay’ın ilk romanını basmış: General Söz Verdi/Bahar Ülkesi 1. İstanbul yakınlarındaki bir ilçede yaşayan üç kişilik aile aracılığıyla ülkemizin son dönemini anlatmış Akçay; akıcı, temiz bir dille.
Yapı Kredi yine dört dörtlük bir sergi hazırladı sanatseverlere: Zühtü Müridoğlu: Resim, Heykel, Bütün Bir Yaşam.
Ayrıca, serginin güzel bir kataloğunu da bastı; Korkut Erdur hazırlamış yayına; Dara Çolakoğlu metinleri İngilizce’ye çevirmiş; fotoğrafların belgelikten olanlarınına Hakan Eğilmez’inkiler eklenmiş; ayrıca Aydın Cumalı’nın çektikleri de var; sergi ve kataloğun tasırımını Sadık Karamustafa ile Ayşe Karamustafa üstlenmişler; grafik uygulama Hasan Fırat’ın, düzeltileri de Mahmure İleri yapmış.
Kitabın başında Cemal Süreya’nın çok şiirsel bir yazısı var; ardından Semra Germaner öğretmen Müridoğlu’nu anlatıyor; Kaya Özsezgin de ustadaki “ Bedenin Uyumsal Bütünlüğü”nü işlemiş.
Müridoğlu elbet yetenekli bir insan, ama aynı zamanda da talihli, çünkü Cumhuriyet’le birlikte doğup oluşmuş, 1924’te girmiş Güzel Sanatlar Akademisi’nin o günkü hâli olan Sanayi-i Nefise’ye; sonra elbet Paris’e yollanmış. Döndüğünde, Paris’te beynine kazınan etkilerle genç Cumhuriyet’in, her yeri ışıtan Atatürk devrimlerinin kollarında yaşayıp üretmiş. Oluşturduğu ilk insan başlarında, gövdelerinde o mutlu, umutlu yılların sağlamlığı, pırıltısı var. Sonra çeşitli gereçlerle biçimsel çeşitlemeler; derken incecik dansçılar. Yapıtlarına baktığımda, tutkuyla, sevişir gibi yarattığını algılıyorum. Ne güzel söylemiş Cemal:
“Sarılmış kadınla erkeğin arasında bırakılmış hem evcil, hem erotik, hem uzaysal, hem düşünsel aralığı…”
Umarım, arınmak üzere, birkaç kez gitmişsinizdir bu sıradışı sergiye.
Hazırlayanlara yürekten alkış!
Gelin yine Birhan Keskin’in bir şiiriyle bitirelim sözümüzü.
DÜET/A

Kendi duvarımın arkasındaydı,
gördüm, sakindi ova.

Köyler şehirler nehirler içinden geçtim
yaban toprağa değdim
başka sular içtim.

Yolları yarları yılları geçtim
bir anafordu içtim, eksiğimle
ters döndüm taştım düştüm.
Yollar tamamlar mı beni?

Uzakta solgun yüzlüm, hasreti sakinim
dağ gibi sever beni, dağ gibi suskunum
bu yüzden ben en çok dağlara baktım,

tamamlanmadım
tamamlanmadım.

Rh+s.28, Nisan 2006

1 Mart 2006 Çarşamba

EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ

Tevfik İhtiyar, 1 Mart’taki sergisini Serpil Kapar Kılıç’a ayırmıştı. Serpil, “olasılık+gereklilik” ikilisinin epey gözettiği bir insan: Almanya’da doğmuş; herkes gibi burada doğup oraya gitseydi, yolu bu kadar açık kalamazdı. Türkiye’nin en nitelikli okullarından birinde, Gazi Eğitim’de okuma talihine ermiş. Ardından aynı sağlamlıktaki başka bir okula, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne geçmiş; kuramsal-kılgısal resim eğitimini tamamlamış; şimdi bir üst basamak için emek veriyormuş.
Daha sonra, birçok ressam gibi Ankara, İstanbul ya da İzmir’de değil, Çanakkale’de yaşatmış onu sözünü ettiğim ikili; bu da, hem kendisinin, hem resminin ayağının yerde kalmasını sağlamış. Resimlerinden birinin adı “Köpüklendi düşüm”; Serpil’in düşleri gerçekten köpük köpük, hem de en günlük, en somut nesnelerle bezenmiş olarak.
Alçakgönüllü öğretmenliğini sürdürdükçe, yurdumuzu kurtarmış olanların anıları üzerinde ayağını yere sağlam bastıkça, bize daha çok şiirsel düş hazırlar.
Genel olarak dünya, özellikle de yurdumuz çok amansız bir saldırı altında; bağımsız kalıp kalamayacağımız, dolayısıyla sanat gibi ancak o zaman yürütülebilen etkinlikleri yaşatıp yaşatamayacağımız, Birinci Kurtuluş Savaşı’ndakinden daha büyük, belirsiz sorular hâlinde karşımızda duruyor.
Sanal fildişi kulelerinden çıkıp bu savaşıma katılmayı becerebilecek olanlar için birkaç kitabım var. İlki, Mustafa Yıldırım’ın: 58 Gün:Mustafa Kemâl ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına.”
Şöyle demiş Mustafa Yıldırım bir şiirinde:

eski zaman şeyhlerinin
sona ermesin diye saltanatları
ve kurulacak diye petrol ziftine bulanmış demokrasi
ölmemeli
buradakiler ve oradakiler…

Kitabı Ulus Dağı Yayınları basmış; arka kapağında da şu satırlar var: “Hanedanın İstanbul’dan Limni Adası’na, oradan Çanakkale kıyılarına uzanan teslimiyetine karşı ıssız ovalarda, İskenderun limanında ve Toroslarda yakılan isyan ateşi…Gerçeklerin içinden süzülüp gelmiş 58 gün içinde binlerce yıllık serüven; acısız sevdalar ve sonsuz barış için karanlığı yakmaya çağıran sarsıcı, sorgulayıcı, sürükleyici, şiirsel, alanında ilk bir belge roman.”
Nicedir dillerde dolaşan “Sivil Örümceğin Ağında”yı okumuşsanız, güvenle alıp okuyacağınız değerli bir kaynak.
İkinci kitaptan da Cumhuriyet yazarları uzunca söz ettiler: Ece Temelkuran’ın “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita”sı. Ece genç bir gazeteci; ama belli ki uyanık, temiz ülkülü: yurdumuzda yaşananlara, bize yaşatılanlara katlanamadığı için kalkıp umudun yeşerdiği ülkelere, Chavez’in Venezüella’sına uçmuş; gördüklerini, derlediklerini içten, coşkulu bir dille anlatmış.
1995’te yitirdiğimiz Fransız düşünür-bilimadamı Henri Laborit gibi, “uygarlığın yeniden tanımlanması”, çarçurcu anamalcı düzensizliğin yerine canlısıyla cansızıyla dünyamızı gözetecek yeni, gerçekten barışçı bir düzenin getirilmesini isteyenlere, en umutsuz anlarında umut aşılayacak bir kitap.



Sonraki yapıtımız, Erol Bilbilik’in “Dış İlişkiler Konseyi””; Umay yayınları basmış. Erol Bilbilik, çok önemli bir konuda, ulusal güvenlik ve haberalma konusunda uzman; Kaynak Yayınları’nda da bu alanda değerli incelemeleri var.
Burada, ABD’deki üç temel kurumun, Dış İlişkiler Konseyi, Üçlü Komisyon ve Bilderberg Grubu’nun hani şu bütün dünyaya küreselleşme, sınırları kaldırma diye yutturulan buyuruculuğunun asker+siyasetçi+işadamı işbirliğiyle nasıl örgütlenip yürütüldüğünü anlatıyor. Sivil örümceğin Ağında gibi, canının kurtarmak, bağımsız kalmak, daha doğrusu yaşamak isteyen her Anadolu insanın okuması, üzerinde ince ince düşünmesi; sonra Mustafa Kemâl ve ülküdaşları gibi, bu saldırı karşısında alınacak önlemleri düşünüp yürürlüğe koymasını sağlayabilecek bir kaynak.
Sonuncu kitabımızsa bu topraklarda yaşamış bir masal adamını, eşeğinin sırtına yüklediği iki sandıkla köy köy dolaşıp kitap dağıtan Mustafa Güzelgöz’ü anlatıyor: Eşekle Gelen Aydınlık.
Mustafa Güzelgöz 1921 Ürgüp doğumlu; yalnız orta öğrenim görebilmiş; ama ayaktopunda becerikliymiş; bu sporu seven Ürgüp Kamakamı Fahri Çıvgın, orada kalıp gençleri çalıştırsın diye, Mustafa’yı 1 Temmuz 1947’de kitaplığa görevli atar.
Göreve başladığında, kitaplığın bodrumunda çürümeye bırakılmış 2300 eski harfli yazma basma yapıt vardır; onları güneşte kurutup kurtarır okurlara sunar.
Eşekle kitap dağıtma düşüncesi, köyün birinde yaşadığı olayla doğar: bir tören sırasında öbür kamu görevlilerine koşup iskemle getiren köylüler onu ayakta dikilmesine hiç aldırmaz. Mustafa önce üzülür, sonra nedeni düşünür: öbür kamu görevlilerinin halka bir yararı, dolayısıyla bir yetkisi vardır. Bir kitaplık görevlisinin yararı ne?
Derken Demokrat Parti işbaşına gelir, Köy Enstitülerini de, Halk Evlerini de kapatır; Ürgüp’te çarçur olacak halkevi kitaplarına Mustafa sahip çıkar. O arada çıkarılmış bir yasanın kapatılan bu ekin yuvalarının mallarını ve kitaplarına sahip çıkabilmelerine izin verdiğini öğrenir, Ürgüp’te ilk köy kitaplığını kurar. Ardından “Kitaplık Kurma ve Geliştirme Derneği.” Arada binbir yazıp çizme işlemi, sayısız engel. Bakıyor ki kitaplık açılamıyor, içi düzülemiyor, başka bir yol geliyor usuna: İnsan kitaba gelemediğine göre, kitap insanın ayağına gitmeli.
Ayda 200 liraya çalışacak bu köy kitapçılarının birer de eşek edinmelerini koşul olarak öne sürüp kabul ettirir; gelen adaylar arasından Bekir Koca, Karlık, Yeşilöz ve Ağaçören köylerini dolaşacaktır. Yöntem: kentlerdeki gibi okura ödünç kitap verme.
Bundan ötesini anlatmayayım, kitabı alıp okuyun.
Aydın İleri ile Tayfun Talipoğlu, bu masal kahramanını anmak üzere hazırlamışlar Eşekle Gelen Aydınlık’ı. Başta Talipoğlu’nun Güzelgöz’le yaptığı uzun bir söyleşi var; sonra, sevgili Fakir Baykurt’un ölmeden yazdığı son romanın, Eşekli Kütüphaneci’nin yayınlanmasından sonra çıkan yazılar.
Tıpkı Kurtuluş Savaşımız’daki gibi, en umutsuz, olumsuz koşullarda güzelim Çılgın Türkler’in neler yaptıklarını, neler yapabildiklerini, yapabileceklerini anımsamak istiyorsunuz bu iki yapıtı da edinin.




Rh+, s 29, Mart 2006

1 Ocak 2006 Pazar

Fidel’in Sağlık Melekleri

Pakistan’ı yerle bir eden sarsıntıdan sonra haberlerde kulağınıza çalındı mı bilmem? Fidel Castro, hemen 400 hekimi, bütün yardımcılar, donanımlarla birlikte oraya uçurmuş; üstelik gönderdiği insanların besinlerini de yanlarına vererek: belli ki o yoksul çileli ülkeyi bir de bu açıdan zora sokmak istememiş.
Aynı yardım önerisini, Katrina Kasırgası’ndan sonra, üstelik tam 1000 hekimle ABD’ye yapmış; ama burnu büyük soyguncular, rezillikleri iyice açığa çıkmasın diye besbelli, bunu geri çevirmişler; dolayısıyla New Orleans’lı kara derili kardeşlerimiz kim bilir nasıl çırpındılar çözümsüzlükler içinde!
Bu olay aslında, dünyanın gelip dayandığı çıkmazı açık seçik gösteriyor: yeniden bütün canlı cansız varlıklarıyla güzelim mavi gezegene mi, yoksa şu tanıma sığmaz para=erk çılgınlığına mı öncelik vereceğiz?
İnsanlığın temel hastalığı anamalcı düzensizliktir; bin türlü yalanla onu hepimize dayatanları alaşağı edemezsek, en küçük bir umut yok.
Orhan Yayla, Küba’da değil, burada doğup yetişmiş bir hekim,bir Karadeniz uşağı; hekimliğini yürütürken fotoğrafa da sevdalanmış. Yöresinin kadınlarını kızlarını, çocuklarını yaşlılarını, ineklerini keçilerini çiçeklerini görüntülemiş; bunları Fotoğraf Merkezi’nde, “Sıcak Işık” adıyla sergiledi. Bayıldım.
Can dostlarımdan Filiz Başaran Apel Galerisi’nde resimleriyle seramiklerini “Masumiyet” adı altında sergiledi.
Fatma Ekeman bu yıl ilk sergisini ancak Kasım’da açabildi; Nevin İşlek ile Mehlika Baş’ın camaltı resimleri bezedi Oda’nın duvarlarını.
Biliyorsunuz, yaşama ve sanata iki yaklaşım var: doğal içten olanı, öğretilmiş olanı. Nevin’le Mehlika’nın yaklaşımları doğal, temiz, coşkulu; bu yapıtlara da yansıyor: bakarken, hepimize yaşatılan olayların etkisiyle kararmış içiniz ışıyor, çocukluğumuzun masal dünyasına geçiyorsunuz. Umarım gidip kendinize bu hazzı tattırmışsınızdır.
Tevfik İhtiyar, ikinci sergisini sevgili Leyla Gamsız’a ayırdı; Türk resim sanatının bu soylu, onurlu, kişilikli yorumcusunun, üstelik en yakınının eliyle başın getirilenlerden sonra, böyle başlangıcından çalıştığı son güne dek bütün evrelerini özetleyen bir sergiyle kucaklanması, dünyamızın insana yakışır bir dünya kalabilmesi için atılması gereken adımlardan biriydi. Tevfik’i yürekten kutluyorum.
Sanat dünyasında başka bir sevindirici haber Kızıltoprak Sanat Galerisi’nden geldi, sevgili Gülay Atasoy, eşiyle el ele can cana 10 yıl önce açmışlardı o özenli galeriyi. Kimi zaman gidebildim, çoğu kez varamadım sergilerine; ancak çağrılar sürekli geldi. Tanıdığım bütün nitelikli yorumculara kucak açtılar.
10.Yıl’ı kutlamak üzere, üç toplu sergi düzenlemişler; ilkini Kaısm’da açtılar: sevgili Gülay Atasoy, eşiyle el ele can cana 10 yıl önce açmışlardı o özenli galeriyi. Kimi zaman gidebildim, çoğu kez varamadım sergilerine; ancak çağrılar sürekli geldi. Tanıdığım bütün nitelikli yorumculara kucak açtılar.
10.Yıl’ı kutlamak üzere, üç toplu sergi düzenlemişler; ilkini Kaısm’da açtılar: birinci desteye Naile Akıncı, Beril Anılanmert, Ferruh Başağa, Hüseyin Bilişik, Nevin Çokay, Hamiye Çolakoğlu, Turan Erol, Leyla Gamsız, Mahir Güven, Muhsin Kut, Mehmet Pesen girmiş; Ocak ve Şubat’ta öbürleri gelecek.
Yürekten alkış!
Can dostlarımdan Mahiye Morgül önce iletiyle duyurdu, sonra kitabını alıp yolladı: Nev Galerisi, Ankara’da, Abidin Dino’nun “Gerilla Desenleri”ni sergilemiş. Dino’nun 1941’de çizdiği resimler, doğal olarak, o günlerin kavgasını. Özlemlerini yansıtıyor. Kitabın başına Rasih Nuri İleri’nin çok önemli dönemsel, tarihsel, sanatsal bilgiler içeren yazısı konmuş. Mahiye’ciğim, sergiyi göremedin, bari kitaba bak, demiş. Sağolsun. Sevil’le çok beğendik; aynı zamanda kederlendik: dünyamızı nereden nereye getirdi bu anamalcılık!
Umarım Ankara’lılar gidip görmüşlerdir bu sıradışı sergiyi.
Kaynak Yayınları bir dizi kitap basmış; Aslan Başer Kafaoğlu ile Yıldız Sertel’in ortaklaşa yazdıkları. “ABD ve Serbest Piyasa Masalı”; Muazzez İlmiye Çığ “Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği”; Selami Kılıç “II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türk Devrimi ve Fikir Temelleri”; Muazzez İlmiye Çığ “Vatandaşlık Tepkilerim”; Hasan Yalçın “ “Neoliberal ‘Sol’”; İlhan Arsel “Şeriat,İnsan ve Akıl”, “Cahiliyye” ve “İslama Göre Dinler”, B. Sadık Albayrak “Noterler ve Edebiyat”.
Yapı Kredi, Cemal Tollu’yu andı bütün yaşamını özetleyen bir sergiyle; ve her zamanki gibi güzel bir de kitabını bastı. Gerek sergiyi gezerken, gerek kitabı incelerken, şu gözlem canımı acı acı yaktı: yetenekli Türk çocuklarından resmim sanatını seçenler, o kaçınılmaz tuzağa düşmüş, Batı’nın, Avrupa’nın düşünsel-kuramsal damgasını yemiş, kendi kişiliklerini geliştirip özgün yorumcular olamamışlar. Bu Cemal Tollu için de geçerli; sana ne Batı’nın küplü anlatımından? İnsan, mağarada yaşadığı günden beri resim yapıyor; doğadan ya da kendi içindeki doğadan esinlenerek. Bunu korkmadan, kimseye öykünmeden yapsana! Resim tarihimizde bunu yapabilmiş çok az insan var; elbet pırıl pırıl parlıyorlar bütün o öykünmecilerin arasında .
Doku’da Alp Bartu ile Murat Tolga’nın resimleri; Artisan’da, Nilhan Sesalan’ın yontuları “Polen Çağı” adıyla sergilendi.
Mike Leigh’in Venedik Film Şenliği’nde Altın Aslan bağışlanan filmi Vera Drake’e gittik; hani şu “Aydınlanmış Batı” ve onun sözümona halkerkine herkesten önce geçmiş İngiltere’si, 1861’de bilmem hangi kralının çıkardığı, 1950’lerde de kararlılıkla, seve seve uygulanan bir yasa uyarınca, ırzına geçildiği ya da korunma yollar öğretilmediği için gebe kakalan kızları kadınları istemedikleri, canlarına okuyacak çocukları düşürten Vera’yı anlı şanlı yargıçlara yargılatıyor, sonra herkese ders (gözdağı) olsun diye, bu iş için beş kuruş almadığını göz önünde bulundurarak, en düşük cezaya çarptırıyor, 2 yıl hapse tıkıyor.
Ee, gerek yakınlarda Cennet’e giden, gerek yerine gelen Nazi eskisi yeni Papa, hâlâ açıkça gebeliği önleyen ilâçların içilmesini, istenmeyen çocukların, örneğin Küba’daki gibi en güvenli, en sağlıklı koşullarda alınmasını kınamıyor, yasaklamıyor mu? Aktöre adına sürdürülen bu aşağılık oyunun aslında dünyaya ucuz emekçi ve silah üretimcilerini besleyecek gönüllü şehitler yetiştirmek üzere uydurulup sürdürüldüğünü yeterli sayıda insan göremedikçe, hiç umut yok.
Üstelik bu da alabildiğine zor, çünkü bütün televizyonlar, radyolar, iletişim ağları, gazeteler kitaplar Papaların, Hahamların, İmamların, daha doğrusu hepsinin efendisi olan para ve silah babalarının masallarını yayıyor 24 saat.
İş Bankası, Emine Çaykara’nın hazırladığı “Tarihçilerin Kutbu:Halil İnalcık Kitabı”nı basmıştı Ekim’de; kısa sürede 3. basımını yaptı. Sağolsun, Levent Cinemre bana da verdi. Karıştırırken, Sayın İnalcık’ın İngiltere’nin Hindistan’da pamuklu dokuma işleyimini nasıl çökertip yerine kendi kumaşlarını sattırdığını anlatan sayfayı okudum; az sonra, çalışmalarından dolayı bilmem hangi Krallık Akademisi’nin onu onursal üyeliğe seçtiğini anlatıyordu. Bunun üzerine Emine:
- Bakın orada bilime, bilimadamına nasıl değer veriyorlar, diyor.
Sayın İnalcık da doğruluyor, bizdeki kıskançlıklardan falan söz ediyor. Halil Bey 1916 doğumlu; bir bakıma bütün 20. yüzyılı yaşamış boydan boya; Cumhuriyet öncesini çok iyi anımsayamasa bile, tarihçi olarak yaşananları, yaşatılanları sonra hem yaşadı, hem ayrıntısıyla okumuş olmalı. Dolayısıyla Batı buyuruculuğunun (emperyalizminin) ne olduğunu biliyordur; o zaman, bizdeki bilim ve bilimadamı saygısızlığının nereden geldiğini, kimlerin eliyle ve paralarıyla sürdürüldüğünü görmezden gelmemesi, unutmaması gerekirdi.
Bugün bütün yetenekli çocuklarımızı, tıpkı bütün gri bıraktırdığı ülke çocukları gibi, şu gözü dönmüş, doymaz, çıldırmış Batı kapmıyor mu? Ödüllere, paraya boğmuyor mu? (Üstelik o verilen de bu yoksulluğa çaktıkları ülkelerden yürüttükleri milyarlarca doların kırıntılarıyla karşılanıyor!)
Kitabın bütününü okumadan daha kesin konuşmak istemiyorum; ancak Halil Bey’inkinde daha kısa ömrümde bütün okuyup öğrendiklerim, yaşadıklarım beni şu yargıya getirdi: bütün erdemlerin özeti, TUTARLILIK’tır; tutarlı düşünüp davranamazsanız, arada bilip söyledikleriniz hiçbir işe yaramaz, dahası amaçladığınızın tam tersi sonuç verir.
Halil İnalcık, hepimiz gibi, edindiği bilimi de, bulunduğu onurlu yeri de o güzeller güzeli Mustafa Kemâl Atatürk’ borçlu; peki onun Batı sömürgeciliği, buyuruculuğu konusunda söylediklerine değiniyor mu, henüz bilmiyorum. Merakla okuyacağım kitabını.
Sevgili dostum Tūba İnal bu yıl da sergisini Kare’de açtı; İda Dağı’nın yamacında sabırla, inançla, inatla yonttuğu ak kara mermerlerle bezedi galeriyi; kadın bedenleri, onlar kadar yumuşak dalgalar, küçük kayıklar. Barbar Batı’nın kana gözyaşına boğduğu dünyamızda bir an evrensel dingin güzelliği anımsamak istiyorsanız koşacağınız küçücük bir vâha; umarım uğrama fırsatı bulmuşsunuzdur.
Bu kez Zeynep Uzunbay’dan, Papirüs Yayınları’nın bastığı “Kim’e” adlı kitabından bir şiir okuyalım.
Kahvegül

annesinden kırılmış
kahvegül koydum adını
bil bakalım ne var avucumda diyor
dün gitti Kahvegül yarın da gelmedi
şimdi desem sığmaz ki oraya

bilmez miyim öpücükleri var
öpen kendisi olduğu için gözyaşları bir de
Delos’tan gelecek gemileri bekleyen
kız çocuk sanıyor kendini
boynunda babasının aldığı kolye

artık tanrıyı çağırırsın diyor sabah kahvesine
çantandan çıkanlara o bakar
tüylü ölmekten korkan kadınlar gibisin
sol omzunu çökertmiş şu çağdaş heybeden
son şiir olmuş bir şiir ya çıkmazsa...
“- Yatak kadını, içki kadını, ev kadını...
- Sen ne olmak isterdin?
- Çalı kadını!”




Rh+, s.25, Ocak. 2006.

1 Ekim 2005 Cumartesi

“YAŞASIN ÖZGÜR KÜBA”

Bu, Mehmet Günyeli’nin Bilim Sanat Galerisi’nde açtığı sergiyle Fotoğrafevi Yayınları’nın bastığı kitabın adı.
Günyeli, Fransız Lisesi’nin ardından Siyasal Bilimler Fakültesi’ni bitirmiş; 80’li yıllarda fotoğrafa sevdalanmış;bu alanda ustalaşmış, sergiler açmış, saydam gösterileri düzenlemiş. Derken seçtiği-sevdiği ülkeleri görüntülerle anlatmaya karar vermiş; Küba bu dizinin ilki.
Küba’da birbirinden çarpıcı insanları, sokakları, arabaları,alanları, anıtları çekmiş;çektiği sayısız görüntü arasından en sıradışıları seçmiş, kitabına koymuş.
Sokaklarda araba ender besbelli, hepsi birer sanat yapıtı gibi tertemiz, en parlak renklere boyanmış;insanlar da öyle, yapılar, kapılar da. İnsanların hepsi sağlıklı, dipdiri,yüzleri gözleri ışıl ışıl: yaşama sevinci fışkırıyor her yanlarından. Parasız eğitim ve sağlık hizmetlerinin sonucu elle tutulur, gözle görülür biçimde.
SSCB’dekinin tersine, halkıyla aynı yazgıyı seve seve paylaşan, tek bir ayrıcalık istemeyen, kullanmayan bir Önder’in ve çevresindekilerin elde ettikleri somut olarak ülkeyi oluşturan bütün öğelere sinmiş. Ne büyük bir mutluluk o yüce ülküye sımsıkı sarılmış insanlar için!
Üstelik bir karış ötelerinde insanlık tarihinin en korkunç kasapları ellerindeki bütün olanak ve araçlarla canlarını almaya yemin etmişken! Zavallılar, Küba halkıyla Castro’nun aslında yana yakıla bekledikleri Mesih olduğunu hiç göremiyorlar, göremeyecekler, 9 şiddetinde bir toplumsal deprem dünyamızı alt üst edene dek!
*
Buna karşılık, l960’lardan beri sırtımızda oturan bir Dolmacı, geçen gün: Amerika bize her konuda yardım etmiş, AB konusunda, terörü önleme konusunda, kalkınmada; şimdi neden Irak’taki PKK’yı bitirmiyorsun diye soramayız, diyordu.
Ömrü, ömrümüz işte böyle en güncel sorunları dile dolayıp yağladıktan sonra tam tersine çevrilmiş olarak güzelim halkımıza yutturmakla geçti. Sevr’de elde edemediklerini altın tepside sunmak üzere Avrupalı ve İngiliz sömürücülerle el ele, saydığı çorapların hepsini başımıza Amerika ördü, örüyor oysa. Geçen akşam Ulusal Kanal’da bir haber vardı:Ankara’yı irili ufaklı İMF uzmanları basmış; dayattıkları da çok yalın: artık Vergi dairelerini kapatın, emeklerinizin ürününü bankalar – hızla ellerine geçirdikleri bankalar- toplasın, diyorlarmış. Osmanlının, hani şimdi hep bir ağızdan göklere çıkardıkları Vahdettin’lerin son günlerindeki gibi: yarattığımız artıdeğeri tanksız topsuz zırhlısız, bilgisayar tıklarıyla yüklenip gidecekler.
Henüz satılmamış ya da sapıtmamış olanlar, siviliyle askeriyle bu gidişe dur diyemezse, Cumhuriyet’imizin kuruluşunu kısa bir süre sonra kutlayamayacağız demektir!
*
Dostum Mehmet Kıyat, kendi bastığı iki yeni kitabını yollamış: Kimsenin Umurunda Değil ile Ölüm Kaçmış Gözlerine.
Oktay Şimşek’in Papirüs Yayınları da iki yeni kitap basmış: Burhan ve Ahmet Arpad’ın Almanca’dan çevirdikleri Deneme ve Tartışmalar ile Evren Madran’ın Mohammed Hassan-David Pestieau’dan aktardığı İşgâl Altındaki Ülke:IRAK.
Dünya Kitapları da, gözümün bebeği Fakir Baykurt’un seçilmiş öykülerini basmış:Gönül Ustası.
Kitabı, bütün öykü kitaplarını tarayarak kızı Işık Baykurt hazırlamış yayına; Feridun Andaç “Geçmişten Geleceğe” adlı bir yazıyla tanıtmış; Fakir Baykurt’un “Öykü Üstüne” başlıklı yazısı, Hülya Yazıcı Okuyan’ın “Fakir Baykurt’un Öykücülüğü” adlı incelemesi konmuş başa.
Fakir’ciğimin yazısından kısa bir alıntı:
“Küçük öykü!
Dünyada endüstrileşme başladıktan sonra tarih sahnesine daha canlı ayak basan işçi sınıfı ile birlikte serpilen şanlı, güzel tür! Yazarlığımı her oturuşta sınava çeken çetin uğraş! Selâm, hem de bin kez pes sana!”
Gerek Fakir Baykurt’un öykülerini hiç okumamış olanlar, gerek bizim gibi okumuş olanlar için, özenle seçilmiş, titizlikle basılmış Türkçe inci taneleri; küresel yağmanın tozu dumana kattığı, insanda yaşama umudu bırakmadığı günlerde sağlam bir dirim aşısı, Köy Enstitüleri’nin bize armağan ettiği Akçaköy’lü Elif Ana’nın soylu, onurlu oğlundan.
*
Can gözleri körelmemiş can kulakları tıkanmamış olanlar nicedir biliyor: şimdi dört bir koldan üstümüze çullanan azgın, sapık sömürücüler, Mustafa Kemâl’in Çanakkale Savaşı’nı kazanışından beri,Anadolu’yu,çevresindeki denizleri, Kıbrıs’ı yana tutuşa istiyorlar; bu oyunu bozabilmek için Atatürk gibi tutarlı, yurtsever, dahası insansever bir satranç oyuncusu gerekiyordu. Dolayısıyla, birinci eli onun üstünyeteneğiyle kazandı bu topraklarda yaşayanlar.
Ancak, Çetin Yetkin, Metin Aydoğan gibi dürüst araştırmacıların belgeledikleri üzere, 10 Kasım 1938’den sonra, hem kendilerini, hem insan soyunu göz göre göre uçuruma sürükleyen sülükler oyunlarını daha kolay oynadılar;şimdi son sayfayı çevirmek istiyorlar, Sevr’de yarım kalan sayfayı.
Dolayısıyla, saldırı amansız, küresel.
Aslında buna karşı Anadolu halkı, Türküyle Kürdüyle ,bütün öbür birimleriyle, örneğin Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Turan Dursun gibi soylu insanlarımız birer öldürüldükleri gün hep birlikte karşı çıkması, ayaklanması, dur demesi gerekiyordu; yapmadık, yapamadık: İstanbul’u ezen çizmeleri, İzmir’i yakan sersemleri görmek kolay, İMF, Dünya Bankası, AB uzmanlarının aynı cellâtlar olduklarının ayrımına varmak zor;üstelik arada yeşil yeşil dolarlar akarken.
Bugün sözünü ettiğim saldırı, Erdemir’le, Seydişehir’le, Telekomla , Tüpraş’la sürdürülürken, bir toplumu oluşturan asal öğelerden sanat dışarıda mı bırakılacaktı? Harbiye Radyoevi, AKM de ateşe tutuldu; Devlet Tiyatroları temelinden sarsıldı. Fener Rum Patriği aracılığıyla, Dünya’yı sonunda ele geçirdiklerini sananların koşulsuz egemenliği için bunların hepsi gerekli.
Sümerbank’la Etibank talan edilirken seslerini çıkarmayan emikçilerin, onların anlı şanlı sendikalarının tersine, Devlet Tiyatroları’nda çalışanlar, çok şükür, adlarına ve eğitimlerine yakışır biçimde, topluca ayaklandılar.
Ne yazık ki bir köşeye yazmayı unuttum, içlerinden biri:Boşuna aramayın, içimizde satılık bulamayacaksınız, dedi.
Ah, ah! Erol Manisalı, Doğu Perinçek ve benzerleri bilmem kaçıncı bin keredir söyleyip yazıyorlar: toplumsal yaşamı oluşturan bütün emek dallarında çalışanlar bunun bilincine varmadan, ve gereğini yerine getirmeden, TEKİL KURTULUŞ yoktur.
Bakalım Mustafa Kemâl’siz altından kalkabilecek miyiz bu can alıcı satrancın?
Ama satranç tahtasında ortaya konan, yalnız Anadolu halkının değil, bütün insanlığın, dahası yerkürenin yazgısı: anamalcılık denen evrenin temel mantığına aykırı düzensizlik daha çok süremez; sürdürülmeye kalkılırsa, dinozorların, mamutların yanı boş tarih sayfasında:üstelik bizim acıklı öykümüzü yazan da kalmaz ardımızda.
*
Okur-yazar dostlarıma Kaynak Yayınları’nın yeni kitaplarını da duyurmak isterim: İlhan Arsel’in Şeriat, İnsan ve Akıl’ı; Doğu Perinçek’in Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası.
Sevgili Uğur Mumcu, bıkmadan usanmadan,”bilgi edinmeden görüş bildirmeyin”,derdi; bu iki yapıt şu anda gırtlağımıza sardırılmış iki önemli konuda neleri bilmemiz, canımızı ve yurdumuzu nasıl korumamız gerektiğine ışık tutuyor.
*
Aydınlatıcı bir alıntı da Vural Savaş’ın Aydınlık’taki yazısından:
“Bu yazıma, Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın yazdıklarıyla son vermek istiyorum (Gözcü, 12 Temmuz 2005).
“Biz, vakıf üniversiteleri kurulurken, Anayasa’ya takla attırdık...Üniversite sahibi olmak isteyenler önce vakıf kurdular...Şimdi bazı vakıf üniversitelerinin yönetimine vakıf tüzel kişilikleri değil, vakfı kuran patronlar egemendir...Bu üniversitelerdeki mütevelli heyetleri de, göstermeliktir.
“Yaşadığım bir olay ile bunu bireysel olarak sınama olanağını buldum.Bir profesör arkadaşım, yeni kurulan bir üniversiteye rektör oldu.Bana da:’ Mütevelli heyetine girer misin?’ diye sordu.Kabul ettim... Aradan beş altı ay geçti, bir yazman telefon etti. İmza için mütevelli heyetin karar defterini göndereceğim, dedi... Nereye göndereyim? diye de sordu. Ben de:’İyi ama Mütevelli Heyet toplantısı yapılmadı ki, karar alınsın’,dedim. Bunun üzerine yazman: ‘kararları patron yazdırdı’, dedi. Hemen istifa dilekçemi yazdım.”
Daha üst basamaklarda alınan kararların, çıkartılan, bir çırpıda onaylatılan yasaların nerden geldiklerini görüyorsunuzdur umarım.
*
Tüyap Kitap Panayırı’na giderken, AKM’nin önünde, kaldırımda tanıştığım Hâlide Yıldırım, arada bana bilgisayarla yolladığı şiirlerini Hatay’da, Süleyman Okay Yarışması’na göndermişti 2004’te; Birincilik Ödülü’nü kazanan Issız Kuğu’yu sonunda Ankara’da Kül Sanat Yayıncılık basmış.
Önce telefonda duyurdu bu sevindirici haberi, ardından kitabını gönderdi; yürekten sevindim elbet. En iyi kâğıda özenle basılmış kitabın arkasına da alınmış Irak Olmayan Kadınlar’ın bir bölümünü paylaşalım:


kumun gizini bilen kadınlar gördük
çölü rüzgârla eğitiyorlardı
suskun oğullarını sınayıp upuzun
sesler topluyorlardı, tanıdık!
yitik kurşun hedeflerden
yol çizdik alınlarına
şaşırıp geri dönmesinler diye!
arada kır saçlarını çalı dibi yapıp
ağlaşan kadınlardı, adlarını
kocalarına sorduk, bilemediler!
gözlerinden akanın tadını
kirpiklerinden geçirip uzattılar, tuzluymuş!
içtikleri ant gibi dağ oldu yarıldı,
yığıldı kaldı önlerindeki peştamalın
zikzak dikişleri gibi kıvrılıp yayılıp
genizleri yakan acıların kokusuydu ki neft!

Rh+, s.22, Ekim 2005.

1 Eylül 2005 Perşembe

FİLM ŞENLİĞİ

Sanatsever dostum Nurettin Ergun aramıştı geçende, ortaklaşa sevdiğimiz piyano yorumcusu Lazar Berman yıldızların arasına dönmüş.
Berman’ı, şimdi otoparka dönüştürülen Maksim’de, dinletilere evsahipliği yaptığı günlerde dinlemiştik; özellikle Lizst yorumları ünlüydü. O günler elimizden alınanı beri ondan sık haber alamamıştık; daha sonra, bizim çanak Fransızların Klasik Müzik kanalını evimize getirince orada, elbet kamburu artmış olarak birçok kez dinledim. Işını bol olsun.
*
Şenlik’te ilkin geçmiş yıllarımızın büyük ustası Ermanno Olmi’nin Paravanın Arkasında Şarkı Söylerken’ini gördük; ve büyük bir düş kırıklığına uğradık: ustanın anlatın ustalığı yerli yerindeydi, ama anlatacak şeyi kalmamıştı. Bu elbet tek başına onun kusuru değil, Avrupa toplumlarının söylenecek sözü, güdülecek ülküsü kalmadı. Geçen yılki filmi bile, geçmiş dönemlerden bir öyküyü anlatsa bile, insan sorunlarını, acılarını ele alıyordu.
Ona da, bize de ne yazık!
Aynı gün Küba Müziği’ne gittik, korka korka; çükü Bueno Vista’dan sonra neyi, nasıl anlatacaklarını bilemiyorduk. Bulduğumuz şuydu: Küba halkının, Afrika’dan getirdiği, İspanyollarınkine katıştırdığı ezgiler yine coşturucu, uçurucuydu; ama Kuzey komşunun etkisi belirginleşmiş, hem müziğe, hem giyime, saça başa, davranışlara, hem müziğe yansımış: buysa hem rahatsız edici, hem hepimiz adına ürkütücü.
Sonra Nilgün’le beni gerçek bir görsel-düşünsel şölen bekliyormuş: Marie Prénnou ile Claude Nuridsany’nin Yaratılış:Büyük Sır’rı.
Bu ikilinin Mikrokozmos’unu görebilmiş miydiniz? Küçük Acun’u o kadar kusursuz betimleyenler, mantık gereği, Büyük Acun’a, Evren’e, Evren’in ve barındırdıklarının oluşumuna geçmişler. Filmin özgün adı da zaten Oluşum: adını duymuş olmanız gereken o gizemli kara delik’te saklı duran acunsal enerji, günün birinde kabuğunu kırıp genleşmeye, evrene yayılmaya başlamış. İlkin hiçbir biçimi, biçimlenmiş nesnesi ok; milyarlarca yıl süren devinip dönüşünün ardından ilk bulutsular, ardından yıldızlar, gökadalar, o arada elbet bizim güneş dizgesi oluşmuş. Yine belki ışık yıllarının ardından, bu dizgede Mavi Gezegen:Yerküre belirmiş. Onun çevresinde havakürenin, üstünde denizlerin, bitkilerin, denizde ilk tekgözeli canlıların boy göstermesi kim bilir ne kadar zaman aldı?
Hızla geçelim: günün birinde, Afrika’da, şimdiki Etopya’da, sıra yanardağlar bölgesinde atamız kıllı maymunlar ortaya çıkmış; Hindistan’dan gelen yağmur yüklü Musonların beslediği gür ormanlar; bir bakıma cennet. Derken, maymunlar için büyük yıkım, bizim için doğuş fırsatı: yerkürenin bağrındaki kızgın kazanda biriken enerjinin yer kabuğunu yarmasıyla sözünü ettiğim sıra yanardağlar beliriyor; yağmur artık Doğu yakasına düşerken, iç kesim kuruyor, bitki örtüsü değişiyor. Zavallı şempanzelerle bonobolar ağaçtan inmek, yiyecek aramak, çok daha kısa bitki örtüsü arasında, aslanların bütün öbür yırtıcıların saldırıları altında yaşamak zorunda kalıyor: iki ayak üstüne dikiliş, beynimizin rahat kalışı, kafatası içinde özellikle alın bölgesindeki yumruların, dili, düşgücünü, yaratıcılığı barındıran yumruların oluşması .
O güzelim belgeselde yaratıcılar bu evrim tarihinin özetlenmesi işini, çok yerinde bir seçimle, işte bu yörede ortaya çıkmış ilk insan kardeşlerimizin torunlarından birine,Afrikalı bir ozan-bilgeye vermişler; tadına doyulmaz bir şiirsel dille anlatıyor öykümüzü.
Özetin özeti: evrenin, oluşturduğu varlık biçimlerini sürdürmekten başka bir amacı yok; eldeki sonsuz evrensel yaşam enerjisi nötrondan atom, atomdan özdeğe, dil alışkanlığıyla cansız saydıklarımızdan canlıya kesintisiz dönüşüp duruyor, duracak.
O arada insanın da varlığını sürdürmekten başka ereği yok, evrensel mantığa göre olmaması gerek; ama sözlü dille gelen çok tehlikeli masallar bu akışı bozmuş; evrenin özünde bulunmayan kavramlar, bunlara bağlı olarak eylemler belirmiş: sahip olma, egemen olma, buyurma, buyruk altına alma gibi.
Oysa aslında canlı varlığını canını sürdürebilmesi için üç temel şey yetiyor: ilk oluşum için sevme=sevişme; beslenme, barınma. Bunun için bütün canlılar yaşadıkları alanı işaretliyor, hem belleğine kazıyor, hem öbürlerine gösteriyor. O alana bir yabancı girince, kavga kopuyor.
Ama insanın tarımı, artı-ürünü buluşundan sonra, alın bölgesindeki yumrularla bu ilksel dürtüden kurtulması gerekirdi; ancak anaerkil düzeni ataerkil düzensizliğe çeviren uzak kuşaklardan beri, bir avuç doyumsuz, önce insan, sonra bütün canlı dünyasını kana bulamayı sürdürüyor.
Sürdürüyor, sürdürmeye de çok kararlı gözüküyor; oysa yen gittikçe daralmakta: tüketim uğruna ozondaki deliği büyütüyoruz, havaküre ısınıyor, buzullar eriyor. Çok yakın bir gelecekte, bırakın Hollanda’yı, İstanbul bile sular altında kalacakmış.
Yaratılış, binlerce sayfalık kuramsal-öğretisel kitaptan çok daha yararlı; elimde olsa, bütün dünya televizyonlarında, sabah akşam birer kez gösterir, özellikle de dünyaya egemen olmaya, imparatorluk kurmaya kalkışanları karşısına oturtur, sıkılırsa hemen alıp hastaneye yatırırdım, hepimizi kurtarmak üzere.
Daha sonra Oliver Stone’un Fidel’i Aramak’ına koştuk, ilk filminin verdiği coşkuyla. Ama adı üstünde tam bir Taşkafa o: bu kez, kendi deyişiyle, iyice hazırlanarak gelmiş, belgeler bilgiler toplamış, almış Fidel’i karşısına, sıkıştıracak, sonra götürüp bütün dünyaya gösterecek. Oysa karşısında tutarlı, bilinçli, ölümü çoktan göze almış bir kıvrak zeka var; ne söylediyse çürütüldü, paçavrası çıkarıldı, yüzün çarpıldı; ama onda yüz yok ki!
Neyse, biz ona yine de teşekkür borçluyuz, çünkü bu kötü niyetli girişimi olmasa, o güzelim varlığı göre, dinleme, bir saat boyunca da olsa avunma fırsatımız olmayacak.
Filmi göremediyseniz çok yazık olmuş: Atatürk’ünkü gibi karşılıksız, sınırsız insan sevgisi nasıl bir coşku, sevgi seli oluşturmuş Küba’da, göremediniz demektir. Goril yok, zırhlı araç yok, dürbünlü keskin nişancılar yok Fidel’in çevresinde, sokağa çıkar çıkmaz, arabadan iner inmez gök gürültüsü kopuyor.
Ah sevgili doğa, evren anamız, bize de, bütün insan kardeşlerimize de bunu yeniden tatma olanağı verecek misin acaba?
Sonra, Karşınızda Marlon Brando’yu gördük; duygusal bir ivecenlikle bunun kısa bir belgesel olduğunu, ardından konulu bir filmin geldiğini atlamışız: 28 dakikada bitince epey bozulduk doğrusu, çünkü çok hoştu. Marlon, bir filminin tanıtımıyla görevlendirilmiş, gazeteciler, televizyoncular üşüşmüş başına; ama onu filmlerin dışında, doğal haliyle görmek gerçek bir şölendi; üstünyetenek, sıradışı anlak hemen belli oluyor. Haber, maldır, satılır/ iyi ama sen de benimle konuşurken oynuyorsun, evinde gibi misin? Bunlar söylediklerinden bir ikisi; belli ki yaşadığı dünyayı, bağlarını, bağımlılıklarını eksiksiz görmüş. Ee o zaman ya tüfeği dayar Hemingway gibi beynini dağıtırsın, ya da yiyip içip yüz bilmem kaç kilo olur, ağlaya ağlaya ölürsün. Ne yazık ona da, bize de!
Patricio Guzman’ın Salvador Allende’si acı bir tokat gibiydi: yaşamayı, insan kardeşlerini gölgesiz seven, ama ne yazık ki Castro’nun tersine ABD gerçeğini unutan, hakka hukuka özgür seçim masalına inanan, o yüzden de hiç istemeden ülküsü uğrunda şehit olan bir insanın kanlı biten öyküsü.
Filmdeki ABD büyükelçisi de, dönemin başkanı Nixon da, kanlı yardımcısı Kissinger da her şeyi açık açık söyleyip yapmışlar: seçimleri ikinci kez daha büyük çoğunlukla kazandığının akşamı, kapkara Beyaz Saray’da, bir yumruğunu öbür avucuna indirip: Ezin onu! diye haykırıyor adam.
Filmin bir sahnesinde, genç bir demiryolu işçisi, rayların dibinde sordu: Şili halkı Allende saldırıya uğrayınca sarayının önünde toplanıp onu savunsaydı tarihin akışı nasıl olurdu acaba?
Bu yakıcı sorunun yanıtını başka bir filmde, Fernando Solanos’ın Yağma Anıları:Toplumsal Soykırım’ında aldık. Hepimize yaşatılanları yakından izleyenler biliyorlar, ABD’nin maşaları İMF ve Dünya Bankası, yerli işbirlikçilerin suçortaklığıyla, bütün ülkeleri, ulusları aynı biçimde soyuyor. Ulusun biriktirdiği bütün değerler, kurumlar, çoğu kez onda bir, yüzde bir edere satılıyor; her satış ülkeyi daha büyük borca sokuyor, falan. Arjantin de, darbelerden, sözümona özgür seçimlerden sonra, sözün tam anlamıyla sıfırı tüketiyor:insanlar çöplerin arasında, bataklıklarda sürünür oluyor. Bunun üzerine, bir sabah, kimseden buyruk almadan, çanaklarını çömleklerini kapıp sokağa fırlıyor; küresel soygunun dayattığı bütün yasaları saniyede çıkaran Kamutay’ın, irili ufaklı bütün yöneticilerin konutlarının önüne gelip çalmaya başlıyor; atlı polisler, gaz bombaları, coplar bir süre çalışıyor elbet: ama sonunda soyguncu devlet başkanı da, bakanlar, Kamutay da görevlerini bırakmak zorunda kalıyor.
Sonrasını okumuşsunuzdur: şimdiki Başbakan, İMF borçlarını dondurdu, sizin her türlü hukuku çiğneyerek saptadığınız faizle değil, bizim yeni belirleyeceğimiz ölçülerle borçlarınız ödenecek, dedi. Bakalım güzelim Arjantin halkı kendini ne zaman toparlar?
Gerek Allende’yi, gerek bu filmi izlerken Taşkafa Oliver hiç usumdan çıkmadı: sorup duruyordu Castro’ya ne zaman özgür seçim yapacaksınız, yerinizi ne zaman genç birine bırakacaksınız, özgür yargılama ülkenize ne zaman gelecek? diye.
Sevgili Cihat Burak, dağı taşı naylonla sarıp işte bunlar benim yapıtlarım diyen adam için bir ceza düşünürdü: haftada iki gün, 2-4 arası falaka. Soracak, iyi ama ben ne yaptım da dayak atıyorsunuz? Yanıt yok. Kendisi, dağları paketlemenin sanat olmadığını anlayana dek, derdi.
Taşkafa Oliver’ı da alacaksanız, bu iki filmin karşısına oturtacaksınız, yemek içmek su dökmek oturduğu yerde, aralıksız izleyecek, ta ki Fidel’in önünde diz çöküp özür dileyene, ABD demokrasiyi tam anlamıyla uygulayıp bütün dünyanın altını üstünü getirmekten vazgeçene dek aman çizginizi değiştirmeyin deyinceye kadar.
Şenlik’te seçtiklerimiz bitince, İmparatorunun Yolculuğu’na gittik; ve çok hoşnut kaldık: Yaratılış gibi bu da üst düzeyli,şiirsel bir belgeseldi.-40 derecede kutupta yaşayabilen bir iki varlıktan biri olan penguenler o koşullara nasıl ayak uydurmuşlar, buzların altındaki karanlık sularda beslendikten sonra belli bir günde karaya fırlayıp 20 günlük yürüyüşe nasıl çıkıyorlar, buz çölünün ortasında toplaşıp nasıl eş seçiyor, nasıl sevda şarkıları söyleyip danslar ediyorlar, bunları gördük keyfimizden uçarak. Sarılışmanın sonunda bir yumurta geliyor, dişiler bunu yumurtladıktan sonra, yine can alıcı bir savaşım başlıyor: sıcak karından çıkmış döl taşıyıcının çok kısa sürede babanın ayakları üstüne yerleştirilmesi. Bu iş birkaç saniyede başarılamazsa yeni canı taşıyan bu yumurta o soğukta buz kesip çatlıyor.
Kara boraya karşı kenetlenerek aç aç korunan yumurtadan yavrunun çıkışından sonrası da, denizden karnı dolu gelecek anaların ayaklarına aktarılışı da aynı ölçüde tehlikeli serüvenler.En iyisi gidip filmi görmeniz; umarım kendinize bu armağanı vermişsinizdir.
Yaratılış gibi bu da aslında uçsuz bucaksız evrende, minicik yerküre üzerinde bir mucize sonucu oluşmuş dirimin ne kadar kırılgan olduğunu; ayrıca göze bile görünmeyen bir dirimsel birimden başka bir şey olmayan insanın, doğalı unutturan toplumsal beyin yıkama dolayısıyla kendini nasıl dev aynasında görüp Tanrı saydığını, böylece hem kendine, hem bütün öbür varlıklara onulmaz zararlar verdiğini hiç gölgesiz anlatıyor; ama insanların can gözleri de, can kulakları da çoktan köreldi ne yazık ki! Bakalım kendi kökümüzü kurutmadan açılır mı?
Çınar Yayınevi son kitaplarını yolladı: Emrah Altınok’un hem Rıfat Ilgaz,hem Melih Cevdet Şiir Ödülü’nü kazanmış şiirleri aradaki; Ebru Cündübeyoğlu’nun Aşılı Kolum adıyla yayınlanmış şiirleri; ve Aslı E. Perker’in yaşamını dile getirdiği kitabı:Başkalarının Kokusu.
Önder Ozankaya da, sağolsun, Cem Yayınevi’nin bastığı Cumhuriyet Çınarı: Mustafa Kemâl’i ‘Atatürk’ Yapan Uygarlık Tasarımı’nı göndermiş.
Metin Aydoğan’ın Mustafa Kemâl ve Kurtuluş Savaşı gibi, sevgiyle, bilgiyle yazılmış son derece yararlı bir başvuru yapıtı; hele Sèvres’de işimizi silahla bitiremeyenlerin cicili bicili zehirlerle, dolarlarla, insan haklarıyla, AB yasalarıyla üstümüze çullandıkları günlerde.
*
Yapı Kredi, aynı gün iki sergi birden açtı; Büyük Salon’da, Cumhuriyet okullarında Kimya Mühendisliği okumuş, eğitimbilime de eğilmiş, sonra resme geçmiş, Hollanda’ya göçmüş Semiramis’in ayıkken görülen masalları vardı: Sultan’ın Gözünde Şenlik.
Yaşadığı ülke de içinde, bütün AB üyelerinin Türkiye’nin canını almaya yemin ettikleri günlerde onun böyle masallar görebilmesi ne büyük talih! Aslında keşke bayıldığı Sultan’la aynı dönemde doğsaydı, bakalım böyle bir eğitim görebilir, bulunduğu yerde bulunabilir, insanlar çöpleri karıştırırken aynı masalları çizebilir miydi?
Küçük Salon’daysa çok yönlü bir insanın, Arif Dino’nun karakalem çizimleri vardı; alt salonu dolduran cicili bicili hanımlarla beylerin tersine bu sergiyi bir avuç eski solcu geziyordu.
Arif Dino belli ki çok yetenekliymiş, ama dünya görüşü yüzünden olacak, bunların hiçbirini ciddiye alıp üstüne düşmemiş; basılan özenli kitapçıkta ne yazık ki şiirlerinden, yontularından hiç örnek yok. Paraya tapan, değerbilmez dünyanın harcadığı sıradışı bir varlık daha;ne yazık!
Başta Rasih Nuri İleri ile Güven Turan, bu serginin düzenlenmesine, kitapçığın basılmasına emeği geçen herkesi yürekten kutluyor, teşekkürler ediyorum.
Karsu Galerisi’ne Hülya Günel seramikleri, Sait Günel de suluboya ve akrilikleriyle konuk geldiler; iki duyarlı, dürüst insanın ayrı gereçlerle güzeli, uyumluyu arayışı.
*
Akbabanın Üç Günü’nün sonunu anımsar mısınız? Redford, kendisini öldürtmek üzere izleyen CİA yetkilisinin önünde, gelip büyük gazetelerin kapısına dayanıyordu.
O günden bu yana Amerika’da her şey değişmiş besbelli, daha doğrusu kandırmaca bitmiş, olan görünmüş: Pollack Çevirmen’de tam bir sömürgeci masalı anlatıyor, gözümüzün içine baka baka; üstelik, Nicole Kidman’ın ince güzelliğine yaslanmış, atıyor ta atıyor. Dünyanın dört bir yanında eli gözü kanlı zorbaları destekleyen, yaşatan ABD değilmiş gibi, sözümona devrimciyken (?) sapıtmış bir devlet başkanını bu kez bir kadın sığırtmaç şakağına tabancayı dayayıp adaletin pençesine teslim ediyor. Breh. Breh! Yutana afiyetler olsun!
*
Doğu’da Çin’le Hindistan, Batı’da Arjantin-Şili-Venezuella el ele verdiler, ABD’nin kızgın maşaları İMF ile Dünya Bankası’nın pençesinin dışında bir dünya oluşturmaya giriştiler; bakalım parçalanıp eritilmeden bu yeni oluşumda Anadolu uygarlıklarına yakışan yerimizi alabilecek miyiz?

Rh+, s21, Eylül 2005