1 Ekim 2005 Cumartesi

“YAŞASIN ÖZGÜR KÜBA”

Bu, Mehmet Günyeli’nin Bilim Sanat Galerisi’nde açtığı sergiyle Fotoğrafevi Yayınları’nın bastığı kitabın adı.
Günyeli, Fransız Lisesi’nin ardından Siyasal Bilimler Fakültesi’ni bitirmiş; 80’li yıllarda fotoğrafa sevdalanmış;bu alanda ustalaşmış, sergiler açmış, saydam gösterileri düzenlemiş. Derken seçtiği-sevdiği ülkeleri görüntülerle anlatmaya karar vermiş; Küba bu dizinin ilki.
Küba’da birbirinden çarpıcı insanları, sokakları, arabaları,alanları, anıtları çekmiş;çektiği sayısız görüntü arasından en sıradışıları seçmiş, kitabına koymuş.
Sokaklarda araba ender besbelli, hepsi birer sanat yapıtı gibi tertemiz, en parlak renklere boyanmış;insanlar da öyle, yapılar, kapılar da. İnsanların hepsi sağlıklı, dipdiri,yüzleri gözleri ışıl ışıl: yaşama sevinci fışkırıyor her yanlarından. Parasız eğitim ve sağlık hizmetlerinin sonucu elle tutulur, gözle görülür biçimde.
SSCB’dekinin tersine, halkıyla aynı yazgıyı seve seve paylaşan, tek bir ayrıcalık istemeyen, kullanmayan bir Önder’in ve çevresindekilerin elde ettikleri somut olarak ülkeyi oluşturan bütün öğelere sinmiş. Ne büyük bir mutluluk o yüce ülküye sımsıkı sarılmış insanlar için!
Üstelik bir karış ötelerinde insanlık tarihinin en korkunç kasapları ellerindeki bütün olanak ve araçlarla canlarını almaya yemin etmişken! Zavallılar, Küba halkıyla Castro’nun aslında yana yakıla bekledikleri Mesih olduğunu hiç göremiyorlar, göremeyecekler, 9 şiddetinde bir toplumsal deprem dünyamızı alt üst edene dek!
*
Buna karşılık, l960’lardan beri sırtımızda oturan bir Dolmacı, geçen gün: Amerika bize her konuda yardım etmiş, AB konusunda, terörü önleme konusunda, kalkınmada; şimdi neden Irak’taki PKK’yı bitirmiyorsun diye soramayız, diyordu.
Ömrü, ömrümüz işte böyle en güncel sorunları dile dolayıp yağladıktan sonra tam tersine çevrilmiş olarak güzelim halkımıza yutturmakla geçti. Sevr’de elde edemediklerini altın tepside sunmak üzere Avrupalı ve İngiliz sömürücülerle el ele, saydığı çorapların hepsini başımıza Amerika ördü, örüyor oysa. Geçen akşam Ulusal Kanal’da bir haber vardı:Ankara’yı irili ufaklı İMF uzmanları basmış; dayattıkları da çok yalın: artık Vergi dairelerini kapatın, emeklerinizin ürününü bankalar – hızla ellerine geçirdikleri bankalar- toplasın, diyorlarmış. Osmanlının, hani şimdi hep bir ağızdan göklere çıkardıkları Vahdettin’lerin son günlerindeki gibi: yarattığımız artıdeğeri tanksız topsuz zırhlısız, bilgisayar tıklarıyla yüklenip gidecekler.
Henüz satılmamış ya da sapıtmamış olanlar, siviliyle askeriyle bu gidişe dur diyemezse, Cumhuriyet’imizin kuruluşunu kısa bir süre sonra kutlayamayacağız demektir!
*
Dostum Mehmet Kıyat, kendi bastığı iki yeni kitabını yollamış: Kimsenin Umurunda Değil ile Ölüm Kaçmış Gözlerine.
Oktay Şimşek’in Papirüs Yayınları da iki yeni kitap basmış: Burhan ve Ahmet Arpad’ın Almanca’dan çevirdikleri Deneme ve Tartışmalar ile Evren Madran’ın Mohammed Hassan-David Pestieau’dan aktardığı İşgâl Altındaki Ülke:IRAK.
Dünya Kitapları da, gözümün bebeği Fakir Baykurt’un seçilmiş öykülerini basmış:Gönül Ustası.
Kitabı, bütün öykü kitaplarını tarayarak kızı Işık Baykurt hazırlamış yayına; Feridun Andaç “Geçmişten Geleceğe” adlı bir yazıyla tanıtmış; Fakir Baykurt’un “Öykü Üstüne” başlıklı yazısı, Hülya Yazıcı Okuyan’ın “Fakir Baykurt’un Öykücülüğü” adlı incelemesi konmuş başa.
Fakir’ciğimin yazısından kısa bir alıntı:
“Küçük öykü!
Dünyada endüstrileşme başladıktan sonra tarih sahnesine daha canlı ayak basan işçi sınıfı ile birlikte serpilen şanlı, güzel tür! Yazarlığımı her oturuşta sınava çeken çetin uğraş! Selâm, hem de bin kez pes sana!”
Gerek Fakir Baykurt’un öykülerini hiç okumamış olanlar, gerek bizim gibi okumuş olanlar için, özenle seçilmiş, titizlikle basılmış Türkçe inci taneleri; küresel yağmanın tozu dumana kattığı, insanda yaşama umudu bırakmadığı günlerde sağlam bir dirim aşısı, Köy Enstitüleri’nin bize armağan ettiği Akçaköy’lü Elif Ana’nın soylu, onurlu oğlundan.
*
Can gözleri körelmemiş can kulakları tıkanmamış olanlar nicedir biliyor: şimdi dört bir koldan üstümüze çullanan azgın, sapık sömürücüler, Mustafa Kemâl’in Çanakkale Savaşı’nı kazanışından beri,Anadolu’yu,çevresindeki denizleri, Kıbrıs’ı yana tutuşa istiyorlar; bu oyunu bozabilmek için Atatürk gibi tutarlı, yurtsever, dahası insansever bir satranç oyuncusu gerekiyordu. Dolayısıyla, birinci eli onun üstünyeteneğiyle kazandı bu topraklarda yaşayanlar.
Ancak, Çetin Yetkin, Metin Aydoğan gibi dürüst araştırmacıların belgeledikleri üzere, 10 Kasım 1938’den sonra, hem kendilerini, hem insan soyunu göz göre göre uçuruma sürükleyen sülükler oyunlarını daha kolay oynadılar;şimdi son sayfayı çevirmek istiyorlar, Sevr’de yarım kalan sayfayı.
Dolayısıyla, saldırı amansız, küresel.
Aslında buna karşı Anadolu halkı, Türküyle Kürdüyle ,bütün öbür birimleriyle, örneğin Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Turan Dursun gibi soylu insanlarımız birer öldürüldükleri gün hep birlikte karşı çıkması, ayaklanması, dur demesi gerekiyordu; yapmadık, yapamadık: İstanbul’u ezen çizmeleri, İzmir’i yakan sersemleri görmek kolay, İMF, Dünya Bankası, AB uzmanlarının aynı cellâtlar olduklarının ayrımına varmak zor;üstelik arada yeşil yeşil dolarlar akarken.
Bugün sözünü ettiğim saldırı, Erdemir’le, Seydişehir’le, Telekomla , Tüpraş’la sürdürülürken, bir toplumu oluşturan asal öğelerden sanat dışarıda mı bırakılacaktı? Harbiye Radyoevi, AKM de ateşe tutuldu; Devlet Tiyatroları temelinden sarsıldı. Fener Rum Patriği aracılığıyla, Dünya’yı sonunda ele geçirdiklerini sananların koşulsuz egemenliği için bunların hepsi gerekli.
Sümerbank’la Etibank talan edilirken seslerini çıkarmayan emikçilerin, onların anlı şanlı sendikalarının tersine, Devlet Tiyatroları’nda çalışanlar, çok şükür, adlarına ve eğitimlerine yakışır biçimde, topluca ayaklandılar.
Ne yazık ki bir köşeye yazmayı unuttum, içlerinden biri:Boşuna aramayın, içimizde satılık bulamayacaksınız, dedi.
Ah, ah! Erol Manisalı, Doğu Perinçek ve benzerleri bilmem kaçıncı bin keredir söyleyip yazıyorlar: toplumsal yaşamı oluşturan bütün emek dallarında çalışanlar bunun bilincine varmadan, ve gereğini yerine getirmeden, TEKİL KURTULUŞ yoktur.
Bakalım Mustafa Kemâl’siz altından kalkabilecek miyiz bu can alıcı satrancın?
Ama satranç tahtasında ortaya konan, yalnız Anadolu halkının değil, bütün insanlığın, dahası yerkürenin yazgısı: anamalcılık denen evrenin temel mantığına aykırı düzensizlik daha çok süremez; sürdürülmeye kalkılırsa, dinozorların, mamutların yanı boş tarih sayfasında:üstelik bizim acıklı öykümüzü yazan da kalmaz ardımızda.
*
Okur-yazar dostlarıma Kaynak Yayınları’nın yeni kitaplarını da duyurmak isterim: İlhan Arsel’in Şeriat, İnsan ve Akıl’ı; Doğu Perinçek’in Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası.
Sevgili Uğur Mumcu, bıkmadan usanmadan,”bilgi edinmeden görüş bildirmeyin”,derdi; bu iki yapıt şu anda gırtlağımıza sardırılmış iki önemli konuda neleri bilmemiz, canımızı ve yurdumuzu nasıl korumamız gerektiğine ışık tutuyor.
*
Aydınlatıcı bir alıntı da Vural Savaş’ın Aydınlık’taki yazısından:
“Bu yazıma, Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın yazdıklarıyla son vermek istiyorum (Gözcü, 12 Temmuz 2005).
“Biz, vakıf üniversiteleri kurulurken, Anayasa’ya takla attırdık...Üniversite sahibi olmak isteyenler önce vakıf kurdular...Şimdi bazı vakıf üniversitelerinin yönetimine vakıf tüzel kişilikleri değil, vakfı kuran patronlar egemendir...Bu üniversitelerdeki mütevelli heyetleri de, göstermeliktir.
“Yaşadığım bir olay ile bunu bireysel olarak sınama olanağını buldum.Bir profesör arkadaşım, yeni kurulan bir üniversiteye rektör oldu.Bana da:’ Mütevelli heyetine girer misin?’ diye sordu.Kabul ettim... Aradan beş altı ay geçti, bir yazman telefon etti. İmza için mütevelli heyetin karar defterini göndereceğim, dedi... Nereye göndereyim? diye de sordu. Ben de:’İyi ama Mütevelli Heyet toplantısı yapılmadı ki, karar alınsın’,dedim. Bunun üzerine yazman: ‘kararları patron yazdırdı’, dedi. Hemen istifa dilekçemi yazdım.”
Daha üst basamaklarda alınan kararların, çıkartılan, bir çırpıda onaylatılan yasaların nerden geldiklerini görüyorsunuzdur umarım.
*
Tüyap Kitap Panayırı’na giderken, AKM’nin önünde, kaldırımda tanıştığım Hâlide Yıldırım, arada bana bilgisayarla yolladığı şiirlerini Hatay’da, Süleyman Okay Yarışması’na göndermişti 2004’te; Birincilik Ödülü’nü kazanan Issız Kuğu’yu sonunda Ankara’da Kül Sanat Yayıncılık basmış.
Önce telefonda duyurdu bu sevindirici haberi, ardından kitabını gönderdi; yürekten sevindim elbet. En iyi kâğıda özenle basılmış kitabın arkasına da alınmış Irak Olmayan Kadınlar’ın bir bölümünü paylaşalım:


kumun gizini bilen kadınlar gördük
çölü rüzgârla eğitiyorlardı
suskun oğullarını sınayıp upuzun
sesler topluyorlardı, tanıdık!
yitik kurşun hedeflerden
yol çizdik alınlarına
şaşırıp geri dönmesinler diye!
arada kır saçlarını çalı dibi yapıp
ağlaşan kadınlardı, adlarını
kocalarına sorduk, bilemediler!
gözlerinden akanın tadını
kirpiklerinden geçirip uzattılar, tuzluymuş!
içtikleri ant gibi dağ oldu yarıldı,
yığıldı kaldı önlerindeki peştamalın
zikzak dikişleri gibi kıvrılıp yayılıp
genizleri yakan acıların kokusuydu ki neft!

Rh+, s.22, Ekim 2005.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder