1 Ekim 2005 Cumartesi

“YAŞASIN ÖZGÜR KÜBA”

Bu, Mehmet Günyeli’nin Bilim Sanat Galerisi’nde açtığı sergiyle Fotoğrafevi Yayınları’nın bastığı kitabın adı.
Günyeli, Fransız Lisesi’nin ardından Siyasal Bilimler Fakültesi’ni bitirmiş; 80’li yıllarda fotoğrafa sevdalanmış;bu alanda ustalaşmış, sergiler açmış, saydam gösterileri düzenlemiş. Derken seçtiği-sevdiği ülkeleri görüntülerle anlatmaya karar vermiş; Küba bu dizinin ilki.
Küba’da birbirinden çarpıcı insanları, sokakları, arabaları,alanları, anıtları çekmiş;çektiği sayısız görüntü arasından en sıradışıları seçmiş, kitabına koymuş.
Sokaklarda araba ender besbelli, hepsi birer sanat yapıtı gibi tertemiz, en parlak renklere boyanmış;insanlar da öyle, yapılar, kapılar da. İnsanların hepsi sağlıklı, dipdiri,yüzleri gözleri ışıl ışıl: yaşama sevinci fışkırıyor her yanlarından. Parasız eğitim ve sağlık hizmetlerinin sonucu elle tutulur, gözle görülür biçimde.
SSCB’dekinin tersine, halkıyla aynı yazgıyı seve seve paylaşan, tek bir ayrıcalık istemeyen, kullanmayan bir Önder’in ve çevresindekilerin elde ettikleri somut olarak ülkeyi oluşturan bütün öğelere sinmiş. Ne büyük bir mutluluk o yüce ülküye sımsıkı sarılmış insanlar için!
Üstelik bir karış ötelerinde insanlık tarihinin en korkunç kasapları ellerindeki bütün olanak ve araçlarla canlarını almaya yemin etmişken! Zavallılar, Küba halkıyla Castro’nun aslında yana yakıla bekledikleri Mesih olduğunu hiç göremiyorlar, göremeyecekler, 9 şiddetinde bir toplumsal deprem dünyamızı alt üst edene dek!
*
Buna karşılık, l960’lardan beri sırtımızda oturan bir Dolmacı, geçen gün: Amerika bize her konuda yardım etmiş, AB konusunda, terörü önleme konusunda, kalkınmada; şimdi neden Irak’taki PKK’yı bitirmiyorsun diye soramayız, diyordu.
Ömrü, ömrümüz işte böyle en güncel sorunları dile dolayıp yağladıktan sonra tam tersine çevrilmiş olarak güzelim halkımıza yutturmakla geçti. Sevr’de elde edemediklerini altın tepside sunmak üzere Avrupalı ve İngiliz sömürücülerle el ele, saydığı çorapların hepsini başımıza Amerika ördü, örüyor oysa. Geçen akşam Ulusal Kanal’da bir haber vardı:Ankara’yı irili ufaklı İMF uzmanları basmış; dayattıkları da çok yalın: artık Vergi dairelerini kapatın, emeklerinizin ürününü bankalar – hızla ellerine geçirdikleri bankalar- toplasın, diyorlarmış. Osmanlının, hani şimdi hep bir ağızdan göklere çıkardıkları Vahdettin’lerin son günlerindeki gibi: yarattığımız artıdeğeri tanksız topsuz zırhlısız, bilgisayar tıklarıyla yüklenip gidecekler.
Henüz satılmamış ya da sapıtmamış olanlar, siviliyle askeriyle bu gidişe dur diyemezse, Cumhuriyet’imizin kuruluşunu kısa bir süre sonra kutlayamayacağız demektir!
*
Dostum Mehmet Kıyat, kendi bastığı iki yeni kitabını yollamış: Kimsenin Umurunda Değil ile Ölüm Kaçmış Gözlerine.
Oktay Şimşek’in Papirüs Yayınları da iki yeni kitap basmış: Burhan ve Ahmet Arpad’ın Almanca’dan çevirdikleri Deneme ve Tartışmalar ile Evren Madran’ın Mohammed Hassan-David Pestieau’dan aktardığı İşgâl Altındaki Ülke:IRAK.
Dünya Kitapları da, gözümün bebeği Fakir Baykurt’un seçilmiş öykülerini basmış:Gönül Ustası.
Kitabı, bütün öykü kitaplarını tarayarak kızı Işık Baykurt hazırlamış yayına; Feridun Andaç “Geçmişten Geleceğe” adlı bir yazıyla tanıtmış; Fakir Baykurt’un “Öykü Üstüne” başlıklı yazısı, Hülya Yazıcı Okuyan’ın “Fakir Baykurt’un Öykücülüğü” adlı incelemesi konmuş başa.
Fakir’ciğimin yazısından kısa bir alıntı:
“Küçük öykü!
Dünyada endüstrileşme başladıktan sonra tarih sahnesine daha canlı ayak basan işçi sınıfı ile birlikte serpilen şanlı, güzel tür! Yazarlığımı her oturuşta sınava çeken çetin uğraş! Selâm, hem de bin kez pes sana!”
Gerek Fakir Baykurt’un öykülerini hiç okumamış olanlar, gerek bizim gibi okumuş olanlar için, özenle seçilmiş, titizlikle basılmış Türkçe inci taneleri; küresel yağmanın tozu dumana kattığı, insanda yaşama umudu bırakmadığı günlerde sağlam bir dirim aşısı, Köy Enstitüleri’nin bize armağan ettiği Akçaköy’lü Elif Ana’nın soylu, onurlu oğlundan.
*
Can gözleri körelmemiş can kulakları tıkanmamış olanlar nicedir biliyor: şimdi dört bir koldan üstümüze çullanan azgın, sapık sömürücüler, Mustafa Kemâl’in Çanakkale Savaşı’nı kazanışından beri,Anadolu’yu,çevresindeki denizleri, Kıbrıs’ı yana tutuşa istiyorlar; bu oyunu bozabilmek için Atatürk gibi tutarlı, yurtsever, dahası insansever bir satranç oyuncusu gerekiyordu. Dolayısıyla, birinci eli onun üstünyeteneğiyle kazandı bu topraklarda yaşayanlar.
Ancak, Çetin Yetkin, Metin Aydoğan gibi dürüst araştırmacıların belgeledikleri üzere, 10 Kasım 1938’den sonra, hem kendilerini, hem insan soyunu göz göre göre uçuruma sürükleyen sülükler oyunlarını daha kolay oynadılar;şimdi son sayfayı çevirmek istiyorlar, Sevr’de yarım kalan sayfayı.
Dolayısıyla, saldırı amansız, küresel.
Aslında buna karşı Anadolu halkı, Türküyle Kürdüyle ,bütün öbür birimleriyle, örneğin Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Turan Dursun gibi soylu insanlarımız birer öldürüldükleri gün hep birlikte karşı çıkması, ayaklanması, dur demesi gerekiyordu; yapmadık, yapamadık: İstanbul’u ezen çizmeleri, İzmir’i yakan sersemleri görmek kolay, İMF, Dünya Bankası, AB uzmanlarının aynı cellâtlar olduklarının ayrımına varmak zor;üstelik arada yeşil yeşil dolarlar akarken.
Bugün sözünü ettiğim saldırı, Erdemir’le, Seydişehir’le, Telekomla , Tüpraş’la sürdürülürken, bir toplumu oluşturan asal öğelerden sanat dışarıda mı bırakılacaktı? Harbiye Radyoevi, AKM de ateşe tutuldu; Devlet Tiyatroları temelinden sarsıldı. Fener Rum Patriği aracılığıyla, Dünya’yı sonunda ele geçirdiklerini sananların koşulsuz egemenliği için bunların hepsi gerekli.
Sümerbank’la Etibank talan edilirken seslerini çıkarmayan emikçilerin, onların anlı şanlı sendikalarının tersine, Devlet Tiyatroları’nda çalışanlar, çok şükür, adlarına ve eğitimlerine yakışır biçimde, topluca ayaklandılar.
Ne yazık ki bir köşeye yazmayı unuttum, içlerinden biri:Boşuna aramayın, içimizde satılık bulamayacaksınız, dedi.
Ah, ah! Erol Manisalı, Doğu Perinçek ve benzerleri bilmem kaçıncı bin keredir söyleyip yazıyorlar: toplumsal yaşamı oluşturan bütün emek dallarında çalışanlar bunun bilincine varmadan, ve gereğini yerine getirmeden, TEKİL KURTULUŞ yoktur.
Bakalım Mustafa Kemâl’siz altından kalkabilecek miyiz bu can alıcı satrancın?
Ama satranç tahtasında ortaya konan, yalnız Anadolu halkının değil, bütün insanlığın, dahası yerkürenin yazgısı: anamalcılık denen evrenin temel mantığına aykırı düzensizlik daha çok süremez; sürdürülmeye kalkılırsa, dinozorların, mamutların yanı boş tarih sayfasında:üstelik bizim acıklı öykümüzü yazan da kalmaz ardımızda.
*
Okur-yazar dostlarıma Kaynak Yayınları’nın yeni kitaplarını da duyurmak isterim: İlhan Arsel’in Şeriat, İnsan ve Akıl’ı; Doğu Perinçek’in Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası.
Sevgili Uğur Mumcu, bıkmadan usanmadan,”bilgi edinmeden görüş bildirmeyin”,derdi; bu iki yapıt şu anda gırtlağımıza sardırılmış iki önemli konuda neleri bilmemiz, canımızı ve yurdumuzu nasıl korumamız gerektiğine ışık tutuyor.
*
Aydınlatıcı bir alıntı da Vural Savaş’ın Aydınlık’taki yazısından:
“Bu yazıma, Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın yazdıklarıyla son vermek istiyorum (Gözcü, 12 Temmuz 2005).
“Biz, vakıf üniversiteleri kurulurken, Anayasa’ya takla attırdık...Üniversite sahibi olmak isteyenler önce vakıf kurdular...Şimdi bazı vakıf üniversitelerinin yönetimine vakıf tüzel kişilikleri değil, vakfı kuran patronlar egemendir...Bu üniversitelerdeki mütevelli heyetleri de, göstermeliktir.
“Yaşadığım bir olay ile bunu bireysel olarak sınama olanağını buldum.Bir profesör arkadaşım, yeni kurulan bir üniversiteye rektör oldu.Bana da:’ Mütevelli heyetine girer misin?’ diye sordu.Kabul ettim... Aradan beş altı ay geçti, bir yazman telefon etti. İmza için mütevelli heyetin karar defterini göndereceğim, dedi... Nereye göndereyim? diye de sordu. Ben de:’İyi ama Mütevelli Heyet toplantısı yapılmadı ki, karar alınsın’,dedim. Bunun üzerine yazman: ‘kararları patron yazdırdı’, dedi. Hemen istifa dilekçemi yazdım.”
Daha üst basamaklarda alınan kararların, çıkartılan, bir çırpıda onaylatılan yasaların nerden geldiklerini görüyorsunuzdur umarım.
*
Tüyap Kitap Panayırı’na giderken, AKM’nin önünde, kaldırımda tanıştığım Hâlide Yıldırım, arada bana bilgisayarla yolladığı şiirlerini Hatay’da, Süleyman Okay Yarışması’na göndermişti 2004’te; Birincilik Ödülü’nü kazanan Issız Kuğu’yu sonunda Ankara’da Kül Sanat Yayıncılık basmış.
Önce telefonda duyurdu bu sevindirici haberi, ardından kitabını gönderdi; yürekten sevindim elbet. En iyi kâğıda özenle basılmış kitabın arkasına da alınmış Irak Olmayan Kadınlar’ın bir bölümünü paylaşalım:


kumun gizini bilen kadınlar gördük
çölü rüzgârla eğitiyorlardı
suskun oğullarını sınayıp upuzun
sesler topluyorlardı, tanıdık!
yitik kurşun hedeflerden
yol çizdik alınlarına
şaşırıp geri dönmesinler diye!
arada kır saçlarını çalı dibi yapıp
ağlaşan kadınlardı, adlarını
kocalarına sorduk, bilemediler!
gözlerinden akanın tadını
kirpiklerinden geçirip uzattılar, tuzluymuş!
içtikleri ant gibi dağ oldu yarıldı,
yığıldı kaldı önlerindeki peştamalın
zikzak dikişleri gibi kıvrılıp yayılıp
genizleri yakan acıların kokusuydu ki neft!

Rh+, s.22, Ekim 2005.

1 Eylül 2005 Perşembe

FİLM ŞENLİĞİ

Sanatsever dostum Nurettin Ergun aramıştı geçende, ortaklaşa sevdiğimiz piyano yorumcusu Lazar Berman yıldızların arasına dönmüş.
Berman’ı, şimdi otoparka dönüştürülen Maksim’de, dinletilere evsahipliği yaptığı günlerde dinlemiştik; özellikle Lizst yorumları ünlüydü. O günler elimizden alınanı beri ondan sık haber alamamıştık; daha sonra, bizim çanak Fransızların Klasik Müzik kanalını evimize getirince orada, elbet kamburu artmış olarak birçok kez dinledim. Işını bol olsun.
*
Şenlik’te ilkin geçmiş yıllarımızın büyük ustası Ermanno Olmi’nin Paravanın Arkasında Şarkı Söylerken’ini gördük; ve büyük bir düş kırıklığına uğradık: ustanın anlatın ustalığı yerli yerindeydi, ama anlatacak şeyi kalmamıştı. Bu elbet tek başına onun kusuru değil, Avrupa toplumlarının söylenecek sözü, güdülecek ülküsü kalmadı. Geçen yılki filmi bile, geçmiş dönemlerden bir öyküyü anlatsa bile, insan sorunlarını, acılarını ele alıyordu.
Ona da, bize de ne yazık!
Aynı gün Küba Müziği’ne gittik, korka korka; çükü Bueno Vista’dan sonra neyi, nasıl anlatacaklarını bilemiyorduk. Bulduğumuz şuydu: Küba halkının, Afrika’dan getirdiği, İspanyollarınkine katıştırdığı ezgiler yine coşturucu, uçurucuydu; ama Kuzey komşunun etkisi belirginleşmiş, hem müziğe, hem giyime, saça başa, davranışlara, hem müziğe yansımış: buysa hem rahatsız edici, hem hepimiz adına ürkütücü.
Sonra Nilgün’le beni gerçek bir görsel-düşünsel şölen bekliyormuş: Marie Prénnou ile Claude Nuridsany’nin Yaratılış:Büyük Sır’rı.
Bu ikilinin Mikrokozmos’unu görebilmiş miydiniz? Küçük Acun’u o kadar kusursuz betimleyenler, mantık gereği, Büyük Acun’a, Evren’e, Evren’in ve barındırdıklarının oluşumuna geçmişler. Filmin özgün adı da zaten Oluşum: adını duymuş olmanız gereken o gizemli kara delik’te saklı duran acunsal enerji, günün birinde kabuğunu kırıp genleşmeye, evrene yayılmaya başlamış. İlkin hiçbir biçimi, biçimlenmiş nesnesi ok; milyarlarca yıl süren devinip dönüşünün ardından ilk bulutsular, ardından yıldızlar, gökadalar, o arada elbet bizim güneş dizgesi oluşmuş. Yine belki ışık yıllarının ardından, bu dizgede Mavi Gezegen:Yerküre belirmiş. Onun çevresinde havakürenin, üstünde denizlerin, bitkilerin, denizde ilk tekgözeli canlıların boy göstermesi kim bilir ne kadar zaman aldı?
Hızla geçelim: günün birinde, Afrika’da, şimdiki Etopya’da, sıra yanardağlar bölgesinde atamız kıllı maymunlar ortaya çıkmış; Hindistan’dan gelen yağmur yüklü Musonların beslediği gür ormanlar; bir bakıma cennet. Derken, maymunlar için büyük yıkım, bizim için doğuş fırsatı: yerkürenin bağrındaki kızgın kazanda biriken enerjinin yer kabuğunu yarmasıyla sözünü ettiğim sıra yanardağlar beliriyor; yağmur artık Doğu yakasına düşerken, iç kesim kuruyor, bitki örtüsü değişiyor. Zavallı şempanzelerle bonobolar ağaçtan inmek, yiyecek aramak, çok daha kısa bitki örtüsü arasında, aslanların bütün öbür yırtıcıların saldırıları altında yaşamak zorunda kalıyor: iki ayak üstüne dikiliş, beynimizin rahat kalışı, kafatası içinde özellikle alın bölgesindeki yumruların, dili, düşgücünü, yaratıcılığı barındıran yumruların oluşması .
O güzelim belgeselde yaratıcılar bu evrim tarihinin özetlenmesi işini, çok yerinde bir seçimle, işte bu yörede ortaya çıkmış ilk insan kardeşlerimizin torunlarından birine,Afrikalı bir ozan-bilgeye vermişler; tadına doyulmaz bir şiirsel dille anlatıyor öykümüzü.
Özetin özeti: evrenin, oluşturduğu varlık biçimlerini sürdürmekten başka bir amacı yok; eldeki sonsuz evrensel yaşam enerjisi nötrondan atom, atomdan özdeğe, dil alışkanlığıyla cansız saydıklarımızdan canlıya kesintisiz dönüşüp duruyor, duracak.
O arada insanın da varlığını sürdürmekten başka ereği yok, evrensel mantığa göre olmaması gerek; ama sözlü dille gelen çok tehlikeli masallar bu akışı bozmuş; evrenin özünde bulunmayan kavramlar, bunlara bağlı olarak eylemler belirmiş: sahip olma, egemen olma, buyurma, buyruk altına alma gibi.
Oysa aslında canlı varlığını canını sürdürebilmesi için üç temel şey yetiyor: ilk oluşum için sevme=sevişme; beslenme, barınma. Bunun için bütün canlılar yaşadıkları alanı işaretliyor, hem belleğine kazıyor, hem öbürlerine gösteriyor. O alana bir yabancı girince, kavga kopuyor.
Ama insanın tarımı, artı-ürünü buluşundan sonra, alın bölgesindeki yumrularla bu ilksel dürtüden kurtulması gerekirdi; ancak anaerkil düzeni ataerkil düzensizliğe çeviren uzak kuşaklardan beri, bir avuç doyumsuz, önce insan, sonra bütün canlı dünyasını kana bulamayı sürdürüyor.
Sürdürüyor, sürdürmeye de çok kararlı gözüküyor; oysa yen gittikçe daralmakta: tüketim uğruna ozondaki deliği büyütüyoruz, havaküre ısınıyor, buzullar eriyor. Çok yakın bir gelecekte, bırakın Hollanda’yı, İstanbul bile sular altında kalacakmış.
Yaratılış, binlerce sayfalık kuramsal-öğretisel kitaptan çok daha yararlı; elimde olsa, bütün dünya televizyonlarında, sabah akşam birer kez gösterir, özellikle de dünyaya egemen olmaya, imparatorluk kurmaya kalkışanları karşısına oturtur, sıkılırsa hemen alıp hastaneye yatırırdım, hepimizi kurtarmak üzere.
Daha sonra Oliver Stone’un Fidel’i Aramak’ına koştuk, ilk filminin verdiği coşkuyla. Ama adı üstünde tam bir Taşkafa o: bu kez, kendi deyişiyle, iyice hazırlanarak gelmiş, belgeler bilgiler toplamış, almış Fidel’i karşısına, sıkıştıracak, sonra götürüp bütün dünyaya gösterecek. Oysa karşısında tutarlı, bilinçli, ölümü çoktan göze almış bir kıvrak zeka var; ne söylediyse çürütüldü, paçavrası çıkarıldı, yüzün çarpıldı; ama onda yüz yok ki!
Neyse, biz ona yine de teşekkür borçluyuz, çünkü bu kötü niyetli girişimi olmasa, o güzelim varlığı göre, dinleme, bir saat boyunca da olsa avunma fırsatımız olmayacak.
Filmi göremediyseniz çok yazık olmuş: Atatürk’ünkü gibi karşılıksız, sınırsız insan sevgisi nasıl bir coşku, sevgi seli oluşturmuş Küba’da, göremediniz demektir. Goril yok, zırhlı araç yok, dürbünlü keskin nişancılar yok Fidel’in çevresinde, sokağa çıkar çıkmaz, arabadan iner inmez gök gürültüsü kopuyor.
Ah sevgili doğa, evren anamız, bize de, bütün insan kardeşlerimize de bunu yeniden tatma olanağı verecek misin acaba?
Sonra, Karşınızda Marlon Brando’yu gördük; duygusal bir ivecenlikle bunun kısa bir belgesel olduğunu, ardından konulu bir filmin geldiğini atlamışız: 28 dakikada bitince epey bozulduk doğrusu, çünkü çok hoştu. Marlon, bir filminin tanıtımıyla görevlendirilmiş, gazeteciler, televizyoncular üşüşmüş başına; ama onu filmlerin dışında, doğal haliyle görmek gerçek bir şölendi; üstünyetenek, sıradışı anlak hemen belli oluyor. Haber, maldır, satılır/ iyi ama sen de benimle konuşurken oynuyorsun, evinde gibi misin? Bunlar söylediklerinden bir ikisi; belli ki yaşadığı dünyayı, bağlarını, bağımlılıklarını eksiksiz görmüş. Ee o zaman ya tüfeği dayar Hemingway gibi beynini dağıtırsın, ya da yiyip içip yüz bilmem kaç kilo olur, ağlaya ağlaya ölürsün. Ne yazık ona da, bize de!
Patricio Guzman’ın Salvador Allende’si acı bir tokat gibiydi: yaşamayı, insan kardeşlerini gölgesiz seven, ama ne yazık ki Castro’nun tersine ABD gerçeğini unutan, hakka hukuka özgür seçim masalına inanan, o yüzden de hiç istemeden ülküsü uğrunda şehit olan bir insanın kanlı biten öyküsü.
Filmdeki ABD büyükelçisi de, dönemin başkanı Nixon da, kanlı yardımcısı Kissinger da her şeyi açık açık söyleyip yapmışlar: seçimleri ikinci kez daha büyük çoğunlukla kazandığının akşamı, kapkara Beyaz Saray’da, bir yumruğunu öbür avucuna indirip: Ezin onu! diye haykırıyor adam.
Filmin bir sahnesinde, genç bir demiryolu işçisi, rayların dibinde sordu: Şili halkı Allende saldırıya uğrayınca sarayının önünde toplanıp onu savunsaydı tarihin akışı nasıl olurdu acaba?
Bu yakıcı sorunun yanıtını başka bir filmde, Fernando Solanos’ın Yağma Anıları:Toplumsal Soykırım’ında aldık. Hepimize yaşatılanları yakından izleyenler biliyorlar, ABD’nin maşaları İMF ve Dünya Bankası, yerli işbirlikçilerin suçortaklığıyla, bütün ülkeleri, ulusları aynı biçimde soyuyor. Ulusun biriktirdiği bütün değerler, kurumlar, çoğu kez onda bir, yüzde bir edere satılıyor; her satış ülkeyi daha büyük borca sokuyor, falan. Arjantin de, darbelerden, sözümona özgür seçimlerden sonra, sözün tam anlamıyla sıfırı tüketiyor:insanlar çöplerin arasında, bataklıklarda sürünür oluyor. Bunun üzerine, bir sabah, kimseden buyruk almadan, çanaklarını çömleklerini kapıp sokağa fırlıyor; küresel soygunun dayattığı bütün yasaları saniyede çıkaran Kamutay’ın, irili ufaklı bütün yöneticilerin konutlarının önüne gelip çalmaya başlıyor; atlı polisler, gaz bombaları, coplar bir süre çalışıyor elbet: ama sonunda soyguncu devlet başkanı da, bakanlar, Kamutay da görevlerini bırakmak zorunda kalıyor.
Sonrasını okumuşsunuzdur: şimdiki Başbakan, İMF borçlarını dondurdu, sizin her türlü hukuku çiğneyerek saptadığınız faizle değil, bizim yeni belirleyeceğimiz ölçülerle borçlarınız ödenecek, dedi. Bakalım güzelim Arjantin halkı kendini ne zaman toparlar?
Gerek Allende’yi, gerek bu filmi izlerken Taşkafa Oliver hiç usumdan çıkmadı: sorup duruyordu Castro’ya ne zaman özgür seçim yapacaksınız, yerinizi ne zaman genç birine bırakacaksınız, özgür yargılama ülkenize ne zaman gelecek? diye.
Sevgili Cihat Burak, dağı taşı naylonla sarıp işte bunlar benim yapıtlarım diyen adam için bir ceza düşünürdü: haftada iki gün, 2-4 arası falaka. Soracak, iyi ama ben ne yaptım da dayak atıyorsunuz? Yanıt yok. Kendisi, dağları paketlemenin sanat olmadığını anlayana dek, derdi.
Taşkafa Oliver’ı da alacaksanız, bu iki filmin karşısına oturtacaksınız, yemek içmek su dökmek oturduğu yerde, aralıksız izleyecek, ta ki Fidel’in önünde diz çöküp özür dileyene, ABD demokrasiyi tam anlamıyla uygulayıp bütün dünyanın altını üstünü getirmekten vazgeçene dek aman çizginizi değiştirmeyin deyinceye kadar.
Şenlik’te seçtiklerimiz bitince, İmparatorunun Yolculuğu’na gittik; ve çok hoşnut kaldık: Yaratılış gibi bu da üst düzeyli,şiirsel bir belgeseldi.-40 derecede kutupta yaşayabilen bir iki varlıktan biri olan penguenler o koşullara nasıl ayak uydurmuşlar, buzların altındaki karanlık sularda beslendikten sonra belli bir günde karaya fırlayıp 20 günlük yürüyüşe nasıl çıkıyorlar, buz çölünün ortasında toplaşıp nasıl eş seçiyor, nasıl sevda şarkıları söyleyip danslar ediyorlar, bunları gördük keyfimizden uçarak. Sarılışmanın sonunda bir yumurta geliyor, dişiler bunu yumurtladıktan sonra, yine can alıcı bir savaşım başlıyor: sıcak karından çıkmış döl taşıyıcının çok kısa sürede babanın ayakları üstüne yerleştirilmesi. Bu iş birkaç saniyede başarılamazsa yeni canı taşıyan bu yumurta o soğukta buz kesip çatlıyor.
Kara boraya karşı kenetlenerek aç aç korunan yumurtadan yavrunun çıkışından sonrası da, denizden karnı dolu gelecek anaların ayaklarına aktarılışı da aynı ölçüde tehlikeli serüvenler.En iyisi gidip filmi görmeniz; umarım kendinize bu armağanı vermişsinizdir.
Yaratılış gibi bu da aslında uçsuz bucaksız evrende, minicik yerküre üzerinde bir mucize sonucu oluşmuş dirimin ne kadar kırılgan olduğunu; ayrıca göze bile görünmeyen bir dirimsel birimden başka bir şey olmayan insanın, doğalı unutturan toplumsal beyin yıkama dolayısıyla kendini nasıl dev aynasında görüp Tanrı saydığını, böylece hem kendine, hem bütün öbür varlıklara onulmaz zararlar verdiğini hiç gölgesiz anlatıyor; ama insanların can gözleri de, can kulakları da çoktan köreldi ne yazık ki! Bakalım kendi kökümüzü kurutmadan açılır mı?
Çınar Yayınevi son kitaplarını yolladı: Emrah Altınok’un hem Rıfat Ilgaz,hem Melih Cevdet Şiir Ödülü’nü kazanmış şiirleri aradaki; Ebru Cündübeyoğlu’nun Aşılı Kolum adıyla yayınlanmış şiirleri; ve Aslı E. Perker’in yaşamını dile getirdiği kitabı:Başkalarının Kokusu.
Önder Ozankaya da, sağolsun, Cem Yayınevi’nin bastığı Cumhuriyet Çınarı: Mustafa Kemâl’i ‘Atatürk’ Yapan Uygarlık Tasarımı’nı göndermiş.
Metin Aydoğan’ın Mustafa Kemâl ve Kurtuluş Savaşı gibi, sevgiyle, bilgiyle yazılmış son derece yararlı bir başvuru yapıtı; hele Sèvres’de işimizi silahla bitiremeyenlerin cicili bicili zehirlerle, dolarlarla, insan haklarıyla, AB yasalarıyla üstümüze çullandıkları günlerde.
*
Yapı Kredi, aynı gün iki sergi birden açtı; Büyük Salon’da, Cumhuriyet okullarında Kimya Mühendisliği okumuş, eğitimbilime de eğilmiş, sonra resme geçmiş, Hollanda’ya göçmüş Semiramis’in ayıkken görülen masalları vardı: Sultan’ın Gözünde Şenlik.
Yaşadığı ülke de içinde, bütün AB üyelerinin Türkiye’nin canını almaya yemin ettikleri günlerde onun böyle masallar görebilmesi ne büyük talih! Aslında keşke bayıldığı Sultan’la aynı dönemde doğsaydı, bakalım böyle bir eğitim görebilir, bulunduğu yerde bulunabilir, insanlar çöpleri karıştırırken aynı masalları çizebilir miydi?
Küçük Salon’daysa çok yönlü bir insanın, Arif Dino’nun karakalem çizimleri vardı; alt salonu dolduran cicili bicili hanımlarla beylerin tersine bu sergiyi bir avuç eski solcu geziyordu.
Arif Dino belli ki çok yetenekliymiş, ama dünya görüşü yüzünden olacak, bunların hiçbirini ciddiye alıp üstüne düşmemiş; basılan özenli kitapçıkta ne yazık ki şiirlerinden, yontularından hiç örnek yok. Paraya tapan, değerbilmez dünyanın harcadığı sıradışı bir varlık daha;ne yazık!
Başta Rasih Nuri İleri ile Güven Turan, bu serginin düzenlenmesine, kitapçığın basılmasına emeği geçen herkesi yürekten kutluyor, teşekkürler ediyorum.
Karsu Galerisi’ne Hülya Günel seramikleri, Sait Günel de suluboya ve akrilikleriyle konuk geldiler; iki duyarlı, dürüst insanın ayrı gereçlerle güzeli, uyumluyu arayışı.
*
Akbabanın Üç Günü’nün sonunu anımsar mısınız? Redford, kendisini öldürtmek üzere izleyen CİA yetkilisinin önünde, gelip büyük gazetelerin kapısına dayanıyordu.
O günden bu yana Amerika’da her şey değişmiş besbelli, daha doğrusu kandırmaca bitmiş, olan görünmüş: Pollack Çevirmen’de tam bir sömürgeci masalı anlatıyor, gözümüzün içine baka baka; üstelik, Nicole Kidman’ın ince güzelliğine yaslanmış, atıyor ta atıyor. Dünyanın dört bir yanında eli gözü kanlı zorbaları destekleyen, yaşatan ABD değilmiş gibi, sözümona devrimciyken (?) sapıtmış bir devlet başkanını bu kez bir kadın sığırtmaç şakağına tabancayı dayayıp adaletin pençesine teslim ediyor. Breh. Breh! Yutana afiyetler olsun!
*
Doğu’da Çin’le Hindistan, Batı’da Arjantin-Şili-Venezuella el ele verdiler, ABD’nin kızgın maşaları İMF ile Dünya Bankası’nın pençesinin dışında bir dünya oluşturmaya giriştiler; bakalım parçalanıp eritilmeden bu yeni oluşumda Anadolu uygarlıklarına yakışan yerimizi alabilecek miyiz?

Rh+, s21, Eylül 2005